Victoria Dönemi Toplumu ve Jane Eyre

Victoria Dönemi Toplumu ve Jane Eyre
  • 15
    0
    1
    1
  •      Victoria dönemi, kadınların saygınlığını resmen bir hiç gören bir periyottur. Kadınların kendine ait alanları, rahatlıkları her zaman kısıtlı ve çoğunlukla da erkekler tarafından belirlenilen koşullardan ibarettir. Bu dönemde kadınlar birer obje niteliğinde görülürler. İlk olarak, aile içerisinde bir baba himayesi ve eğer baba figüru yoksa abi himayesi altında yetiştirilirler. Daha sonrasında da evlendilirip eşleri himayesi altında yaşayamaya mahkum bırakılmışlardır. Evlilik kavramı genellikle bir ahlak çerçevesi/ inancı altında oluşur ve aşk, tutku gibi duyguların bir önemi olmadığına inanılır. 

         Ayrıca, bu dönemde sınıfsal kavramlar da fazlasıyla görülür. Örneğin, “Leydi” , “Düşes” gibi unvanlara sahip kadınlar genellikle abartılı evlerinde oturur, kütüphanelerinde vakit geçirirler; alt sınıfta yer alan kadınlar pek fazla hakka sahip olamadıklarından dolayı evlenmek için kendilerine bakabilecek maddi durumu iyi kişiler bulma arayışlarına yeltenirler; orta sınıfta yer alan kadınlar ise biraz daha iyi durumda oldukları için genellikle haklarını aramaya çalışan, kendilerini ne pahasına olursa olsun riske atan ve toplum tarafından “kötü” , “iffetli” , “görgüsüz” olarak adlandırılırlar. 

         Yani anlayacağımız o ki kadınlar bu dönem içerisinde oldukça kısıtlanmış, haklarını aradıkları zaman hoş karşılanmayacak etiketlere maruz kalmış, erkenden evlenmeleri amaçlanmış bireylerdir. Yapacak oldukları işler yalnızca kendi ev işleri, çocuklarının ve eşinin bakımı olmuş böylelikle eşleri onlar için bir hayat arkadaşı değil bir patron konumuna gelmiştir. 

         Charlotte Brontë, bu dönemde yer almış ve özellikle Jane Eyre adlı romanı ile öne çıkmış bir yazardır. Brontë, ana karakter Jane’nin hayatını kendi hayatından esinlenerek oluşturmuştur. Çünkü Brontë ile Jane arasında birçok benzerlik görülmektedir. Örneğin, yazarın kendisi kardeşleriyle birlikte “Clergy Daughters” adlı okula giderler. Ama okulun olumsuz koşulları yüzünden iki kardeşi rahatsızlanarak hayatlarını kaybederler. Bunun üzerine Brontë evine dönerek daha çok vaktini kütüphanede geçirmeye başlar. Daha sonrasında eğitim hayatına geri döner ve mezun olduktan sonra öğretmenlik yapmaya başlar. Fakat kız kardeşinin ölümünden sonra bunalıma girer. Aynı zamanda babasını da kaybeder. Jane ise anne ve babasını kaybettiği için yengesi Mrs. Reed ile beraber yaşamaya ve kuzeni John Reed’in zorbalıklarına maruz kalmak zorunda kalmıştır. Daha sonrasında Lowood adlı yatılı okula gider ve kısa bir süre sonra okulun yetersiz sağlık hizmetleri yüzünden edindiği en yakın arkadaşı Helen Burns’ı kaybeder. Mezun olduktan sonra öğretmenlik yapmaya ve geçimini böyle sağlamaya başlar. Ayrıca Jane’in kendisi de kütüphane de vakit geçirmekten fazlasıyla hoşlanır. 

         İnatçılığı ve savaşçı ruhu ile Jane her zaman döneminin dışında bir kadın profilini yansıtır. Çünkü aşık olmak, sevmek ve sevilmek gibi duygular onun için önemlidir ve bu yüzden sevmediği biri ile evlenmeyi düşünmez, her ne kadar hayata sıfırdan başlamış olan bir kadın da olsa kendi ihtiyaç ve gereksinimlerini karşılamak için çalışmaya karar verir, hiçbir zaman bir erkek eline bakmak istemez. Aynı zamanda Jane tek başına uzun yürüyüşler yapmaktan da hoşlanır. Ancak Victoria döneminde bir kadının yalnız başına gezmesi, yürüyüş yapması hoş karşılanmaz, yanında bir erkeğin olması gerektiğine inanılır. Buna rağmen Jane hiçbir inanışa aldırış etmez ve gece yürüyüşlerine de çıkar. Bu yürüyüşlerden birinde yaşadığı ve çalıştığı malikane olan Thornfield’ın sahibi Mr. Rochester ile ilk kez karşılaşma fırsatı edinmiş olur. Bu anda dikkat çeken bir durum ise o dönem içerisinde yer alan bir erkeğin bir kadının yardımına ihtiyacı olması ve bunu dile getirmesidir. 

         Gün geçtikçe mesleğinde kendini geliştiren Jane, Mr. Rochester’a aşık olur. Fakat Mr. Rochester zengin ve oldukça donanımlı birisi olduğu için hiçbir şekilde ona olan sevgisinden bahsetmek, Mr. Rochester ile bir yakınlık göstermek istemez. Çünkü kendisini Mr. Rochester’dan aşağı görür. Onun kadar zengin olmadığı için kendisini onun himayesine girecek olarak düşünür. Ancak eşit olurlarsa bir saadet ortamının olacağına inanır. Bu yüzden duygularından bahsetmek istediğinde bile yüreğiyle konuştuğunu çünkü onunla aynı seviyede olmadıklarını yalnızca ikisinin de birer yüreği olduğu için eşit olduklarını söyler. Ve kendisi de artık zengin sayılabilecek bir kadın olduğu zaman kalbinin sesini dinleyerek Mr. Rochester ile her ne pahasına olursa olsun konuşmayı göze almıştır. 

         Yani Jane için kimseye boyun eğmemenin ne kadar önemli bir şey olduğunu, bir kadının kendi finansal özgürlüğünü kazanması gerektiğini ve ancak o zaman ne dilerse yapabileceği inancını kolaylıkla anlayabiliriz. Kadınlar hiçbir zaman kendilerini eksik görmemelidirler. Önemli olan istediklerini yapabilmek için adım atmak ve riskleri göze almaktır. Karşı koymaya çalıştıkları şeyler hayatlarını en derinden etkileyecek onlar için en önemli şeylerden birisi de olsa bazen bunu yapmak doğru olan olabilir. Tıpkı Jane’in içinde büyüyen aşkı tam anlamıyla kabullenip adım attığı zaman gibi. 

    Kaynakça:

    • Pinterest

    Yorumlar (1)
    • Hikayeyi özetleyip Victoria Dönemi Britanya İmparatorluğu'nu ve yazarın kendi hayatıyla kurduğu ilişkiyi çok güzel açıklamışsınız, elinize sağlık.

      Yorum Bırakın

      Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.