Benliğin Ötesinde: Soyut Dışavurumculuk

Benliğin Ötesinde: Soyut Dışavurumculuk
  • 4
    0
    0
    0
  • İkinci Dünya Savaşı sonrası siyaset ve toplumsal yapı derinden bir değişime uğramaya başlarken sanat da bu değişimleri takip eden ve evirilen bir hale gelmişti. Bu değişimde en büyük rolü savaş arası dönemin avangart sanat akımları oynamıştı. Sürrealizm, Dada, Bauhaus ve Sentetik Kübizm gibi akımlar ve sanatın kurallarına aykırı çıkan manifestoları, Amerika’da yeni bir akımın doğmasını sağladı: soyut dışavurumculuk.
     
    Soyut dışavurumculuğun temelinde sürrealizm ve psikanalitik teorinin izlerini görürüz, yani, insanın bilinçdışının sanata direkt olarak aktarılması fikrine bağlı bir estetik anlayışına sahiptir. Dışavurumcu olması, tuvalin ressamın kendi benliğini olduğu gibi yansıtabileceği bir alan oluşu ve insan doğasına ve insani varoluşa atıf yapmasından kaynaklanır. Ancak yüzyılın başındaki dışavurumculuktan, özellikle Alman dışavurumculuğundan farkı, soyut olmasıdır. Soyut dışavurumcu resmin belki de ilk temsilcilerinden olan Kandinsky de bu çerçevede düşünülebilir. Wassily Kandinsky’e göre soyut sanat evrenin ruhani yasalarını yansıtır ve bu yasalar insanın kendi benliğini keşfetmesi ile görünür hale gelir. Kandinsky burada eserin dışavurumcu yönüne dikkat çeker. Soyutlama üzerine düşündüğümüzde ise aklımıza De Stijl akımının temsilcisi Piet Mondrian gelmektedir. Mondrian’ın eserleri bireysel duygu ve düşünceleri temsil eden tüm formları reddederek sübjektiviteyi ve benliği bastırır. Sanat evrensel olmalıdır ve sanatçı evrenselliğe ancak kendi benliğini ve kimliğini bastırarak erişebilir. O halde evrenselliğin yolu, soyutlamadır.
     
    Rosenblum’a göre soyut dışavurumculuk insanın evren ile ilişkisindeki krizin devamını temsil ederken diğer taraftan kübist estetikten bir uzaklaşmadır. Soyut dışavurumculuk aslında bir arayışa benzetilebilir, çünkü sanatçı hem soyutlama yoluyla kendini resimden çıkarır hem de bilinçdışını tuvale yansıtır. Bu açıdan varoluşsal ve psikanalitik bir düşünsel alan yaratmaktadır. Aksiyon resmi eserleriyle tanınan Jackson Pollock, kendini adeta tuvale teslim edercesine çalışmıştır. Tuval başında yalnızca hareket özgürlüğü ile eserlerini üreten Pollock egosunu yok etmiş ve evrensel bir deneyim yaratmıştır. Benzer şekilde Mark Rothko’nun renk alanı resimlerini gören bir izleyici, tablodaki renklerin sessizliği ve yoğunluğu içerisinde egosunu kaybederek tablo içine gömülü hale gelir. O halde ego ve soyut dışavurumculuk nasıl birlikte düşünülebilir?

    Jackson Pollock, Convergence, 1952

    “Ben kimim” sorusuna cevap olarak bir “benlik” düşünmek, Sigmund Freud’un aklındaki ilk sorunlardan biriydi. Freud’a göre bu sorunun cevabı olacak tek bir varlık mümkün değildi; çünkü insan, birden fazla sistemin ve sürecin bir araya gelip oluşturduğu bir yapıydı. Bir insanın bir şeyi hem bilip hem bilemediği gerçeği Freud’un bilinç ve bilinçdışı ayrımını bulmasını sağlamıştı. Freud’un yapısal modeline göre insan benliği üç parçadan oluşmaktadır: id, ego ve süper ego. Ego, bilincin öznesidir ancak insanın temeli değildir çünkü id’in içgüdülerini değiştirecek güce sahip olamaz ve insan zihninin aktivitelerinin yalnızca küçük bir kısmına hakimdir. Diğer yönden id de bilincin öznesi olamaz çünkü id ne kendini bilebilir ne de kendini bilinir hale getirebilir. Aklı kullanan veya dış dünyayı algılayan kısım id değildir. Bu ikisinin birleşimi de benliği oluşturamaz, çünkü id ve ego birbirine uyan değil birbirine düşman iki yapıdır. Id, egonun varoluşunu tehdit bile edebilir. Id haz ilkesine göre hareket ederken ego gerçeklik ilkesine bağlı kalır. O halde özneyi bu üç yapıdan birine indirgemek yanlış olacaktır, çünkü üç yapının çoğul birlikteliği “psyche”yi oluşturmaktadır.
     
    Zihnin hiçbir yapısı özne olamıyorsa, sanatçı bir özne olarak nerede durur? Sanatçı ancak egoyu serbest bıraktığında, yani gerçeklik ilkesinden uzaklaşıp haz ilkesine yaklaştığında estetik üretim yapabilir hale mi gelir?

    Mark Rothko, Untitled, 1954

     
    Sürrealizme göre sanatçı egoyu yani bilinci devre dışı bıraktığında sanat eseri üretiyordu ve sürrealist eserler bilinçdışı süreçleri (rüya gibi) yansıtan serbest çağrışımlardı. Soyut dışavurumculukta ise ego yine gömülü bir halde var olur ve soyutlama yoluyla bireysellik yok edilir ve evrensel bir estetiğe ulaşılır. Soyut dışavurumcu eserler hem sanatçının en kendi olduğu hem de bir o kadar var olmadığı eserler olarak yorumlanabilir. Soyut dışavurumculukta id de ön planda olamaz, çünkü id insanın en gizli arzularının ve içgüdülerinin olduğu yapıdır. Id ve egonun çatışması aynı zamanda eserlerde konu haline gelmiştir. Aslında estetik haz duymak da id’in bir parçasıdır ama soyutlama ile bu hazzın ego tarafından kontrol edilmesine olanak sağlanır.

    Egoyu elimine etmeye çalışmak, soyut dışavurumcu estetiğin evrensellik kaygısı ile bir arada düşünülmelidir. Soyut dışavurumcu eserler objektiftir ve yoğundur, ancak bu yoğunluk sanatçının ego durumdan kaynaklanmaz; bilinçdışını yansıtmasından kaynaklanır.
     

    KAYNAKÇA 

    Watson, Alex. 2014. "Who am I? The Self/Subject According to Psychoanalytic Theory". Sage Open, July-September, p. 1-6. 

    Levine, Edward M. 1971. "Abstract Expressionism: The Mystical Experience". Art Journal, 31(1), p. 22-25. 


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.