Tarihten Bugüne Kadın

Tarihten Bugüne Kadın
  • 1
    0
    0
    0
  • Bir medeniyetin gelişmişlik seviyesini görmek istiyorsak, o medeniyette kadının nasıl konumlandırıldığına bakmalıyız. Tarihten bu yana kadınlar kimi zaman özgürlüklerini kazanmış bir halde yaşamış olsalar da çoğunlukla bunun tam tersi şekilde kısıtlı bir yaşam sürdürmüşlerdir. Ortaya çıkan hemen hemen her medeniyet, kadınların cinselliğine, ifade ve seyahat özgürlüğüne sınırlar koydu. Maalesef ki insanlık tarihinin büyük bir bölümünde kadınlar, toplum içinde ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördü. Peki bu durum nasıl ortaya çıkmıştı? Bu gelenek ilk çağlardan itibaren mi takip ediliyordu ve günümüze kadar nasıl ulaştı? Bu duruma ses çıkaran kadınlar var mıydı? kibele ile ilgili görsel sonucu Eski Çağ Medeniyetleri içerisinde kadına önem atfeden bir topluluk bulmak istiyorsak, çok da uzağa gitmemize gerek yok. Yaşadığımız bu topraklarda, Anadolu’da kadın; bereketi ve doğurganlığı simgeliyordu. Bugün Konya ilinde bulunan Çatalhöyük Bölgesi, insanlığın bilinen ilk yerleşkelerinden biri idi. Yapılan arkeolojik kazılara ve araştırmalara göre Çatalhöyük’e yerleşmiş olan ilk insanlar arasında değil kadın erkek ayrımı, hiyerarşiye yol açacak diye ayırımlar dahi bulunmuyordu. Ayrıca bu insanlar Ana Tanrıça adını verdikleri bir kadın figürine tapıyorlardı. Kibele; yani ana tanrıça olarak bilinen bu figür, büyük göğüsleri ve kalçası ile doğurganlığı yani bir anlamda da doğanın bereketini simgeliyordu. Kibele’nin oturduğu tahtın iki yanında bulunan boğalar ise yaşamı temsil etmekteydi. Anlayacağınız kadının doğurganlığı ve vücudu o dönemde cinsellik ile bağdaştırılmamış, onun vücuduna ve varlığına kutsal bir anlam atfedilmiştir. Günümüzde Güney Irak Bölgesi'nde kurulmuş olan Sümerler incelendiğinde, yine bir kadın/erkek ayrımı yapılmadığına rastlıyoruz. Oldukça meraklı ve çalışkan bir topluluk olan Sümerler, Akad hükümdarı Sargon tarafından fethedilinceye kadar böyle bir ortamda yaşam sürdüler. Vasal (bağımlı) bir devlet haline geldikten sonra Sümerler’de durum değişmeye başlamıştı. Zaman içerisinde tarımın sistemli bir şekilde işleyişi ve toplumun hayatta kalma mücadelesinde organize olmasıyla beraber kadın yavaş yavaş arka planda kalmaya başlamıştı. Tarımın gelişmesi ile belirli bir zenginlik düzeyine ulaşmış olan insanoğlu artık doğa ile mücadeleyi (kısmen) bırakmıştı. İnsanın insan ile mücadelesi başladığındaysa burada önemli olarak ortaya çıkan unsur erkek ve erkek gücü idi. Zaman değişse, savaşçı liderler yerlerini bir başkasına bırakmış olsalar da bu gelenek erkekten erkeğe geçiyordu. Güç devamlı olarak erkeklerin elinde bulunuyordu ve bu durumda kadınlar her geçen gün daha da önem kaybediyorlardı. Değişen bu eski dünyada, sesini duyurmaya çalışan ilk kadın, Kral Sargon’un kızı Mezopotamyalı Enheduanna oldu. Enheduanna, erkek egemen bir düzene doğru evrilen toplumları ilk kez eleştiren ve adı bilinen ilk yazardı. Enheduanna o tarihten günümüze kendi imzasını taşıyan tabletler bıraktı, aralarında en önemli ve dikkat çekici olanı ise İnanna’ya Övgü şiiridir. Şiirde çok kez, “ben Endehuana” ifadesini kullanması, erken dönemlerde ortaya çıkan bu kadının kendisine olan mükemmel özgüvenin işareti olarak görülüyor. [caption id="" align="alignnone" width="450"]İlgili resim Urukagina metinleri[/caption] Ancak tarih her zaman aynı yönde akmıyordu elbette. Tarihte bilinen ilk yazılı kanunu olarak geçen Urukagina metinlerinin içerisinde “Eğer bir kadın sırası gelmeden konuşursa ağzına taşla vurulup dişleri dökülecektir.” ifadesi geçiyordu. Aynı zamanda bu kanunlar sayesinde erkeklere, kadının vücudunu kontrol edebilme özgürlüğü verildi. Kadının bekareti artık evlilikler için önem arz ediyordu ve bu durum ataerkilliğin yasallaşmasını sağladı. Ardından savaşçı bir toplum olan Asur medeniyeti de, erkek gücü ve erkek otoritesi üzerinden sosyal hayatı şekillendirmeye başlamıştı. Ayrıca Asurlular örtüyü ilk kez kullanan topluluktu. Toplulukta iffet sahibi sayılan kadınlar ile hayat kadını olarak sayılan kadınları ayırt etmek için, iffet sahibi olanların peçe takması zorunluydu. Asur kanunlarına göre eşler, karılarına istediklerini yapabilirlerdi ve bu durum olağandı. Hatta kocasının işlediği bir suçtan kocası değil, kadının kendisi bile cezalandırılabilirdi. buz bakiresi ile ilgili görsel sonucu Antik Çağlarda tüm medeniyetler aynı düşünce yapısında değildi elbet. Bugün Avrasya diye andığımız bozkır steplerinde yaşayan göçebelerin, “medeni” olarak anılan yerleşik hayata geçmiş topluluklardan bu anlamda daha gelişmiş olduğunu görüyoruz. Altay Dağları’nda ve Güney Batı Rusya bölgelerinde yapılan araştırmalara göre, bulunan kurgan mezarlarında silahları ile gömülü kadın iskeletlerine rastlanmış. Hatta bu iskeletlerden bir tanesi 14 yaşında bir genç kıza ait. Yapılan uzun araştırmalar sonucu "nomad" diye anılan bu göçebe boylarda düşük seviyeli bir kadın portresinin çizilmediği anlaşılıyor. Bu topraklarda yaşamış olan Moğol İmparatorluğu da benzer anlayışa sahipti. Cengiz Han devlet yönetiminde kızlarına oldukça aktif ve üstün yetkiler vermişti. Ancak demokrasinin beşiği Antik Yunan’a baktığımızda, yeniden kadın statüsünün “noksan olmak” olarak algılandığını görüyoruz. Antik Yunan’da kadınlar alınıp satılmazdı ancak ailelerinden bir erkeğin himayesi altında yaşamak zorundaydı. Asur’daki kadınlara benzer şekilde örtüleri olmadan dışarı çıkamayan bu kadınlar anlayacağınız üzere erkeklerin sahip olduğu oy hakkına da sahip değildi. Hatta Aristotales’e göre kadın; erkek altı, evrimini tam tamamlayamamış eksik ve yanlış başka bir türdü. [caption id="" align="alignnone" width="635"]hatşepsut ile ilgili görsel sonucu Firavun Hatşepsut.[/caption] Yine benzer dönemlerde Antik Mısır’a baktığımızda ise önümüzde bütün ihtişamı ile parıldayan bir kadın firavun bulunyor: Hatşepsut. Bu kadın hükümdar 20 yıldan uzun süre ülkesi Mısır’ı barış ve refah içerisinde yönetti. Zenginleşen Mısır ülkesi, mimari ve taşımacılıkta da oldukça gelişmişti. trung sisters ile ilgili görsel sonucu Vietnam’da yaşayan topluluklarda kadının sosyal hayattaki yeri erkeğinkiyle tamamen aynıydı. Askeri lider olmak, topluluğun başına geçmek kadınlar için oldukça sıradan olaylardı. Öyle ki, kadınlar birden fazla eşe bile sahip olabilirlerdi. Ancak durum, Çin’deki Han Hanedanlığı’nın, Vietnam’ı işgal etmesi ve kendisine bağımlı bir bölge haline getirmesi ile işler değişmeye ve kadın ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmeye başlıyordu. M.S. 40 yılında Trung Kardeşler olarak anılan iki kadın bu duruma karşı isyan bayrağını çekti. Kadın ve erkek savaşçılardan oluşan büyük bir ordu ile savaşmaya hazırdılar. Onların zaferi birçok Vietnamlı kadına ilham kaynağı oldu. Vietnam Savaşı’na katılan kadınlar kendilerine örnek olarak Trung Kardeşleri almışlardı. Çin ülkesinde ise işler tam tersi yönde ilerliyordu. Han Hanedanlığı bugünkü Çin’in temellerini atıyordu ancak ülkede sonsuz bir erkek üstünlüğü kol gezmekteydi. Çin halkının filozofu olarak geçen Konfüçyüs ise analektlerinde, kadın erkek ayrımı dahil bütün sosyal hiyerarşinin sağlıklı ve ahenkli bir durum olduğunu savunuyordu. Tang Hanedanlığı döneminde Konfünçyanizmin en büyük rakibi Budizm’in yayılması ve bir din olarak algılanması ile bu hiyerarşiye saygı duyan adaletsiz anlayış biçimi büyük ölçüde değişmeye başladı. [caption id="" align="alignnone" width="541"]mark-longmen-china-sept-16-2008-D Tangli kadınlar, güçlerini ortaya koyabilmek için kendilerini Buda ile özdeşleştiriyorlardı.[/caption] Çin'de MS 17'de, İmparatoriçe Wu Zetian, gücünü 15 yıl boyunca korudu. Başta saraya cariye olarak giren bu zeki kadın kendi hanedanlığını kurarak yönetimin başına geçti. Kadın ve erkeği eşit şekilde görüyor ve her ikisine de yönetim hayatında ve sosyal hayatta aynı muameleyi uyguluyordu. Konfüçyanizmin etkileri ile büyük bir mücadele örneği sergiliyordu. [caption id="" align="alignnone" width="1252"]İlgili resim Murasaki Shikibu[/caption] Japonya topraklarında ise Çin’in aksine edebiyatta başı kadınlar çekiyordu. Kadınlar kendi aralarında “kana yani Türkçesiyle kadının eli” adında bir alfabe dahi geliştirmişlerdi. İlk dönem Japon metinleri de yine kadınlar tarafından yazılmıştı. Bu yazarlardan en ünlüsü ise Murasaki Shikibu isimli yazar. Shikibu, "Genji'nin Hikâyesi" isimli romanıyla beraber, romana psikolojik tahlilleri de getirmişti ve döneminden bu yana birçok Japon kadını roman yazarı olmak için etkilemişti. Ortaçağ Dönemi'ne gelindiğinde, kadın bu kez de dışlayıcı ifadeler ve birtakım etiketlere maruz kalıyordu. Sürtük, bakire, azize (Azize olabilmek için kilisenin himayesi altında sessiz ve bakire bir kadın olmak gerekiyordu. Kadınları kısıtlaması nedeniyle kötü bir anlam taşıdığı düşünülebilir.), dişi kurt gibi dışlayıcı ifadeler, kadınları tanımlamak için kullanılıyordu. İşte tam da bu sıralarda bazı kadınlar sivriliyor, ataerkilliğin sosyal hayata getirdiği zulme haykırıyor, saygı görmeyi hak edecek bir varlık olduğunu kanıtlamaya çalışıyordu. [caption id="" align="alignnone" width="620"]İlgili resim Theodora[/caption] Bizans İmparatorluğu’nda kadının konumu yine evi ile ilişkilendiriliyor, onlara belirli bir yaşam sınırı çiziliyor ve buna uymaları bekleniyordu. İşte tam da bu sırada en dipten yükselen bir kadının sesi tüm imparatorluğu inletmeye yetti: İmparatoriçe Theodora. Theodora, sisteme içeriden meydan okumuş örnek teşkil eden bir kadın imgesi haline geldi. Sarayda, erkek egemenliği altında yaşayan kendi kaderini tayin edemeyen kadınların arasından yükselmişti. O, ayrıca dinin çizdiği kadın portresiyle ve giderek artan kadın düşmanlığıyla da mücadele etmişti. Hristiyan kadınlar, kendilerine ya Bakire Meryem’i ya da Havva’yı örnek almalıydılar. Eğer kadın, ikisinden biri olamıyorsa kötü kadın olarak nitelendiriliyordu. Theodora bir sokak sanatçısı, aktris ve aynı zaman fahişe olarak anılsa da o bu aşağılık görülen sıfatlarına rağmen imparator Justinyanus ile evlenmeyi başarabilmişti. İmparatoriçe sıfatını aldıktan sonra da durmamış, İmparator Justinyanus ile birlikte Doğu Ortodoks Kilisesi’nin ve Avrupa hukukunun temellerini atmıştı. Justinyanus, Roma hukukunu tekrardan modern bir hale sokup düzenlemişti. Kadınlarla ilgili maddelerde ise tartışmasız Theodora’nın katkıları göze çarpmakta. Bu noktada, Theodora ve Justinyanus’un yalnızca eş olmadıkları, aslında birbirlerine birer refakatçi gibi oldukları söylenebilir. O, açık bir şekilde imparatorluktaki kadın gücünün timsaliydi. [caption id="" align="alignnone" width="625"]hürrem sultan ile ilgili görsel sonucu Hürrem Sultan[/caption] Benzer şekilde Theodora’dan yüzyıllar sonra yine Konstantinapolis’de yaşamış olan Roxelana, yani Hürrem de, saraya cariye olarak girmişti. Zekası ile kendini kabul ettirmiş, o zamana kadar uygulanan bir İmparatorluk geleneğini bozmuş ve Sultan Süleyman’ın eşi olarak yerini sağlamlaştırmıştı. Özellikle de Süleyman’ın son dönemlerinde Hürrem’in siyasi hayata etkisi oldukça artmıştı. Aslında bu iki imparator da siyasi ve sosyal hayattaki başarısını, bir eş ile paylaşmak ve ondan destek almak istemişti. [caption id="" align="alignnone" width="660"]bingenli hildegard ile ilgili görsel sonucu Bingenli Hildegard.[/caption] Daha batıya gittiğimizde ise karanlık bir Ortaçağ Döneminden geçen Avrupa’da hiyerarşinin had safhada olduğunu biliyoruz. Din adamlarının sonsuz etkisi ve zenginliği altında ezilmiş halkın, kadın hakları ya da kadının yeri gibi konular şurada dursun genel olarak bir insan haklarına sahip olduğu pek söylenemez. Hıristiyan inancı dönemin dini adamları tarafından yorumlanmaktadır ve bu yorumun sonucu da şudur: “Ahlaki kirliliği yaratan şey kadındır.” Yine daha önce gördüğümüz gibi, kadının cinselliği arka plana atılarak ondan “azize, bakire Meryem” olması beklenir. Bu öylesine ileri derecededir ki, kimi kiliselerde kadınların konuşmaya bile hakkı yoktur. Kadınların susmasına yönelik taleplere karşı olabildiğince yüksek sesle konuşan bir kadın vardı. Bingenli Hildegard, büyük bir azimle kitaplar yazdı, şarkılar besteledi ve vaazlar verdi. Sessiz kalmayacağını her defasında vurguladı. Sesi ülkesi sınırlarını taştı. Onu, artık Kutsal Roma ve İngiltere İmparatorları bile ciddiye alıyordu. [caption id="" align="alignnone" width="700"]christine de pizan ile ilgili görsel sonucu Christine de Pizan[/caption] Yine aynı dönemlerde kadınlar sosyal ve siyasi hayatın içine erkek eli ile dahil edilmedikleri için yine erkekler tarafından eğitim görmeleri “gereksiz” olarak görülüyordu. Bu durumu sorgulayan bir diğer kadın ise 14. yüzyıl Avrupası’nda ortaya çıktı. “Kadın olmak ne demek?” diye sorguluyordu. Babasının konumu sayesinde yüksek bir öğrenim görmüş olan Christine de Pizan’a göre, eğitim almak hayatta kalmak için bir ihtiyaçtı. 1405 yılında, kadınların tarihini ele aldığı büyük eseri “Kadınlar Şehri”ni yazdı. Bu eser, kadınları savunmak için yazılmış bir manifestoydu adeta. Christine, fırsat verilirse eğer, kadınların aslında ne denli işler başaracak kapasitede olduğunu anlatmaya, kadınların “eksik” olmadığını kanıtlamaya çalışıyordu. Tarihte bilinen ilk feminist olarak geçen Christine, ayrıca tecavüz durumuna da şöyle açıklık getiriyordu: “Bir erkek bir kadına tecavüz ettiği için öldürülmeli, adil, uygun ve kutsal bir yasa bu.” [caption id="" align="alignnone" width="625"]i. elizabeth ile ilgili görsel sonucu I. Elizabeth[/caption] 15. yüzyıla gelindiğindeyse siyasi iktidar kazanmış oldukça güçlü bir kadınla karşılaşıyoruz: I. Elizabeth. Bu kadın hükümdar, kendine güveniyle ve dik duruşuyla çevre bölgelerdeki imparatorlukların da kraliçelerine örnek olmuştu. Elizabeth’in başarılarından biri de, o halkı ve hizmetkarları tarafından bir kadın olmaktan öte öncelikle, bir insan olarak algılanıyordu. O nedenle hizmetkarları ona, “majesteleri, hazretleri” gibi cinsiyet bakımından nötr sıfatlar ile sesleniyorlardı. Gücünü ve duruşunu göstermek için; “Zayıf ve çelimsiz bir kadın bedenine sahip olabilirim ama yüreğim ve midem bir kralınki gibidir” diyordu. 17. yüzyılda ise kadınların “cadı” olduğu fikri daha da güçlenmişti. Kral I. James, kadınları zayıf olarak tanımlıyor ve şeytanlar tarafından ele geçirilmeye daha yatkın olduklarını söyleyerek zaten çalkantıda olan kadının konumunu daha da sarsıyordu. Bu “cadı kadın” anlayışı yüzünde, 15.-18. yüzyıllarında 90.000 cadı mahkemesi düzenlendi. Bu durum; kadının cinselliğinden, kadının sosyal güç kazanmasından korkulduğunun vahşi bir göstergesi. Dünyanın değişmesi için, kadına atfedilen argümanların değişmesi gerekiyordu. Bu değişimi sağlayanlar da yine kadının ta kendisi olacaktı. french revolution woman ile ilgili görsel sonucu Takvimler, 5 Ekim 1789’u gösterdiğinde artık kadınlar, bir devrime öncü olmaya hazırdılar. Paris halkı açtı, yiyecek bir ekmekleri dahi bulunmuyordu. Parisli kadınlar ayaklandılar ve altı saat boyunca bir yürüyüş gerçekleştirdiler. Kadınlar hırs ve sinir içerisinde, Maria Antoinette’nin kapısına dayandılar. Kadınlardan oluşan kalabalık öylesine öfkeliydi ki, asillerin Versay Sarayı’nı terk etmesini sağlamışlardı. Olaylar ateşlenince kral, İnsan Hakları Bildirgesi’ni imzalamak zorunda kaldı. Devrim devam ettikçe, katılımcı artıyordu ancak kadınların devrimdeki yeri zorunlu olarak azalıyordu. Kadınların ilk gün Versay Sarayı önünde kazandıkları başarı görmezden geliniyor ve kazanılan hakların yalnızca erkekler için kazanıldığı farkındalığına varıyorlardı. Bu duruma birçok kadın ses çıkardı ancak Olymde de Gouges’ın sesi en fazla yankılanan idi. O, İnsan Hakları Bildirgesi’nin yeteri kadar özgürlükçü olup olmadığından emin değildi ve bunun için mücadele ediyordu. O tarihten itibaren de Fransa ve Fransız kadınları için önemli bir ikon haline gelmişti. [caption id="" align="alignnone" width="341"]İlgili resim Olympe de Gouges[/caption] Yalnızca Fransa’da değil, Latin Amerika’nın sömürge ülkelerinde de kadınlar, erkeklerin yanında kendine yer bulmaya ve duruma karşı çıkmaya, harekete geçmeye çalışıyorlardı. Güney Amerika’nın bağımsızlık timsali olarak anılan Simon Bolivar’ın sevgilisi, Manuela Saenz de öncü hareketlerde bulunmaya çalışıyordu. Benzer şekilde Yunanistan’da Evantha Kairi, Polonya’da Emilia Plater, Almanya’da Kathinka Zitz-Halein gibi kadınlar parlıyordu. “Kadını götürüp mutfağa ya da süslenme odasına kapatıyor, sonra da ufkunun darlığına şaşıyorsunuz, kanatlarını kesiyorsun, sonra uçamıyor diye yakınıyorsunuz.” -Simone de Beauvoir [caption id="" align="alignnone" width="780"]mary wollstonecraft ile ilgili görsel sonucu Mary Wollstonecraft[/caption] Bu adaletsiz durum ile mücadele elbette en etkili şekilde eğitimle gerçekleştirilirdi. 18.yy İngiltere’sinde yaşayan Mary Wollstonecraft da bu görüşteydi. Ülkedeki eğitim sisteminin eşitsizliğinin farkına varmış, kız çocukların evde, erkek çocukların ise okullarda eğitim almasını eleştirmiş ve eşit eğitim olmadan hiçbir şeyin değişmeyeceğini savunmuştur. Benzer şekilde düşünen bir İngiliz kadını Milicent Fawcett da bu yola kendisini adamıştır. İngiltere’de kadınların oy verme hakkının olması için savaşmış, eğitimin önemini vurgulamış, o ve Wollstonecraft, İngiliz kadınlarının gözünü açmada büyük bir rol oynamışlardır. [caption id="" align="alignnone" width="480"]millicent fawcett ile ilgili görsel sonucu Milicent Fawcett[/caption] Rusya’da ise Fransa’dakine benzer şekilde, Çarlık Rusya’nın yıkılması için uğraşan birçok devrimci kimlikli kadınla karşılaşıyoruz. Vera Zasuliç, Vera Figner, Sophia Perovskaya 19. yüzyıl Rusya’sında önemli bir rol oynuyorlardı. [caption id="" align="alignnone" width="400"]alexandra kollontai ile ilgili görsel sonucu Alexandra Kollontai[/caption] Ancak Alexandra Kollontai, Bolşevik hükümetinin yakın çevresine giren, yeni devlet düzeninde önemli konumlar edinen ilk kadındı diyebiliriz. Kollontai’nin hayatındaki en büyük davası ise kadın işçilerin yanında bulunmak onlar için mücadele etmekti. Kollontai, bu işçi kadınların haklarını kazanması için protestolar ve grevler düzenledi. Onun ve yanındakilerin de çarın düşmesinde büyük bir payı vardı. Sovyet hükümeti kurulduğunda, Kollontai bakan olarak yeni düzendeki yerini almıştı ancak bu prestijli durum onun davasına engel olmadı. [caption id="" align="alignnone" width="417"]margaret sanger ile ilgili görsel sonucu Margaret Sanger[/caption] Amerika’da ise Margaret Sanger isimli kadın, kadınlara dayatılan kürtaj yasağını değiştirmek için mücadele ediyordu. Doğum kontrolü ve kürtajın dini açıdan günah sayılmasıyla beraber, kadınlar bu konuda kendi kaderlerini tayin edemiyorlardı. Sanger, bu anlayışı yıkmak için uzun yıllar savaştı. Bunun için kadınları eğitiyor, köşe yazıları yazıyordu. Sanger’ın zorlu mücadelesi yıllar sonra meyvesini vermişti. Kendisine bir kadın yatırımcı bulan Sanger doğum kontrol hapı üzerine çalışmaya başladı. O, her kadının kolayca ulaşabileceği ucuz bir hapın hayalini kuruyordu ve de gerçekleştirmişti. [caption id="" align="alignnone" width="880"]türkan saylan ile ilgili görsel sonucu Türkan Saylan[/caption] Türkiye’de ise, Halide Edip Adıvar, Şükufe Nihal Başar, Fatma Makbule Leman, Suat Derviş gibi kadınlar, kadın kimliği ile ortaya çıkmış ve bu kimliğin savunucuları olmuşlardır. Özellikle kız çocuklarının okumasında büyük bir rol oynayan Türkan Saylan kurduğu “Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği” ile birçok kızın hayatına dokunmuştur. Görüldüğü üzere, yüzyıllar boyu her milletten kadın büyük bir mücadelenin altına girmiş, tarihin neredeyse başlangıcından bu yana hızla yayılmış ve büyümüş olan kadın düşmanlığını devirmeye, kendi hayatına yön vermeye, "ben de varım!" demeye çalışmıştır. Ancak 21. yüzyıl dünyasında hala bu savaş bitmiş değil. Ne yazık ki, kadına olan bu bakış açısı değişmedikçe çekilecek zorlu mücadeleler ve acılar da bitecek gibi görünmüyor. Ancak tarihte olduğu gibi, hala bütün kimliğiyle ve varlığıyla dimdik duran kadınlar var. Herhalde bundan sonra yapılacak olan şey çekilen zulümlerden ders alıp, sızlanmadan ve ajitasyona başvurmadan eğitimli kadınlar olarak mücadeleyi devralıp bir sonraki nesle aktarmalıyız. “İnsan topluluğu kadın ve erkek denilen iki cins insandan mürekkeptir. Kabil midir ki, bu kütlenin bir parçasını ilerletelim, ötekini ihmal edelim de kütlenin bütünlüğü ilerleyebilsin? Mümkün müdür ki, bir cismin yarısı toprağa zincirlerle bağlı kaldıkça öteki kısmı göklere yükselebilsin?” – M. Kemal Atatürk KAYNAK: 1

    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.