Sinema ve Psikoloji #2: Shutter Island (2010)

Sinema ve Psikoloji #2: Shutter Island (2010)
  • 4
    0
    1
    2
  • Dennis Lehane'in aynı adlı romanından uyarlanmış olan Shutter Island, Leonardo DiCaprio ile ünlü yönetmen Martin Scorsese'in birlikte çalıştığı The Wolf of The Wall Street ve The Departed gibi sevilen filmlerden bir tanesi. İnanılmaz ikili bu filmle birlikte 4. defa bir araya gelmişti. İkilinin diğer filmlerinin yanı sıra, Shutter Island'ı özel kılan şey ise psikolojik rahatsızlıkların işleniş biçimi ve yönetmenin yer yer serpiştirdiği ipuçları. Okuduğu kitapta satır aralarına bakmayanlar için "anlaşılamaz" olarak nitelendirilen film, satır aralarını önemseyenler için birçok şey anlatmayı amaçlamış. 2. Dünya Savaşı'nın insanlar üzerindeki travmatik etkileri, aile ve eş kavramlarının hayati önemi ve yokluğunda sebep olabileceği durumlar en insani yönleriyle işlenmiş. Bir adaya soruşturma için gelmiş sıradan bir dedektif olan Teddy Daniels'ın, hastanede tutulan bir ruh hastasına dönüşme serüvenine şahit oluyoruz. Aslında Daniels, başından beri ruhsal problemlerle mücadele eden birisi fakat Scorsese'in ipuçlarına dikkat etmeden bunu anlamak imkansız. Savaş, yıkılmış bir aile ve ruhsal hastalıklarla mücadele etmeye çalışan bir eşin yarattığı psikolojik rahatsızlıklardan biri öne çıkıyor bu filmde: Travma Sonrası Stres Bozukluğu (PTSD).

    Psikolojik Rahatsızlıkların Shutter Island'a Yansıması

    Travma Sonrası Stres Bozukluğu, tecavüz, işkence, kaza, aile içi şiddet gibi aşırı travmatik bir stresin ardından özgün birtakım belirtilerin gelişmesidir. Filmde de yansıtıldığı üzere bunlar, Daniels'ın migren atakları ile birlikte gelen travmatik anıların, Daniels'da yarattığı dehşete düşme ve şok halini açıklar. Savaştan sonra içine kapanan ve işine öncelik vererek savaş anılarını zihninden silmeye çalışan Teddy, eşini ve üç çocuğunu boşluyor. Küçüklüğünde ailesi tarafından terk edilmiş olan karakterin, kendine yeni bir aile kurma çabasının da başarısız olması onu travma sonrası stres bozukluğuna sürükleyen nedenlerden birisi. Sesler duyduğunu söyleyen eşinin ruhsal sağlığını dikkate almaması sonucu, üç çocuğunu da kaybediyor. Kendi karısı tarafından öldürülen çocukları ve savaş, Teddy'nin zihnine korkunç birer anı olarak yer etmiş oluyor. Terk edilmenin ve savaşın açtığı yaralar travma sonrası stres bozukluğuyla beraber, disosiyatif kimlik bozukluğuna da yol açıyor. Disosiyatif kimlik bozukluğu, bir bireyin iki veya ikiden fazla farklı kişiliğe sahip olması durumudur. Filmde bu rahatsızlık, Teddy üzerinden şu şekilde işlemiş: Aslında zihinsel hastalığı nedeniyle adada kalan hastalardan biri olan Teddy, çocuklarının ve eşinin ölümüne başkasının sebep olduğuna inanan başka bir kişilik geliştirmiş. Bu kişilik ise katili arayan bir dedektif. Kendisine farklı bir gerçeklik ve kimlik yaratması bu rahatsızlığa sahip olduğunu belirten durumlardan birisi. Scorsese, bu iki rahatsızlık sayesinde izleyiciye yeri geldiğinde bir ahlak dersi verirken yeri geldiğinde de kendini ve zihnini sorgulaması için farklı ipuçları veriyor. İnsanlığın başına gelen en kötü şeyin felaketler veya hastalıklar olduğunu değil, insanın kendisi olduğunu anlatmak istiyor. Film, Daniels'ın bilinçli mi bilinçsiz mi söylediğini anlayamadığımız bir sözle bitiyor: “Hangisi daha berbat: Bir canavar olarak yaşamak mı yoksa iyi bir adam olarak ölmek mi?”. Burdan sonrası izleyiciye bırakılsa da, Daniels'ın bahsettiği canavar kendisi ve iyi olan adam da eşinin ve çocuklarının katilini aramak için her şeyini feda edecek o dedektif. Bu söz Daniels'ın -ve aslında insanlığın- vicdanıyla yaptığı bir konuşma. Belki de duyduğu derin pişmanlığın en belirgin kanıtı.

    Yorumlar (1)
    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.