Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi'nin Sefaretnamesinden 18. Yüzyıl Fransa'sı

Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi'nin Sefaretnamesinden 18. Yüzyıl Fransa'sı
  • 1
    0
    0
    0
  • Osmanlı Devleti muhteşem geçen 3 asrın ardından, Avrupa’da ortaya çıkan yenileşme faaliyetlerini takip etmekte zorlandığı için hiç alışık olmadığı şekilde sahada kaybediyor ve 1699’da imzalanan Karlofça Antlaşması ile beraber resmen duraklama dönemine girmiş bulunuyordu. Fakat yıllardır süregelen üstünlük psikolojisinden kurtulup bir anda yüzünü Batı’ya doğru dönmek hiç de kolay olmayacaktı. Birtakım ıslahat çalışmaları yapılarak kötü gidişat giderilmeye çalışıldı ancak sorunların kökenine inilmediği için kayda değer bir başarı sağlanamadı.

    1718 yılına gelindiğinde ise Avusturya ile Pasarofça Antlaşması imzalanacak ve artık iyiden iyiye kendisini belli eden “Avrupa üstünlüğü” kabul edilmek zorunda kalınacaktı. Mimari, teknoloji ve idare alanında gerçekleşen Batılılaşma hareketleri ile birlikte; 1718’den 1730’a kadar sürecek olan Lale Devri başladı. Bu sırada tahtta Sultan III. Ahmet, veziriazamlık makamında Nevşehirli Damat İbrahim Paşa bulunuyordu.


    III. Ahmet

    Osmanlı’nın hedeflerinden birisi de Avrupa’yı daha yakından tanımak olduğu için, Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi 1720 yılında elçi olarak Paris’e gönderildi. Gençken yeniçeri ocağının 28. ortasına mensup olması nedeniyle kendisine bu lakabın uygun görüldüğünü biliyoruz. Tophane Nazırlığı’na kadar yükselip Pasarofça görüşmelerinde bizzat yer alacak kadar ilerleyen bu donanımlı adam, Paris’teki mühim görev için adeta biçilmiş kaftan idi.


    Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi

    Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin Fransa Sefaretnamesi dört bölümden oluşuyor. Birinci bölümde; İstanbul’dan Paris’e gidene kadar çektiği zahmetleri, ikinci bölümde; Paris’e girişini, kral huzuruna çıkışını ve törenleri, üçüncü bölümde; Fransa’nın çeşitli şehirlerine yapmış olduğu ziyaretleri, dördüncü bölümde ise Paris’ten ayrılışından İstanbul’a varana kadar geçen süreçte deneyimlediklerini anlatır. Biz de bu yazımızda Sefaretname’nin en dikkat çekici bölümlerini sizler için kısaltarak derledik, keyifli okumalar dileriz.

    ...

    “Fransa'da kadınlara gösterilen itibar, erkeklere gösterilenden kat kat fazladır. Bu yüzden kadınlar ne isterlerse yapar ve istedikleri yerlere rahatça gidip gelebilirler, kimse bir şey diyemez… Buralarda daha çok kadınların sözleri geçerlidir. Öyle ki Fransa'ya kadınların cenneti diyorlardı. Gerçekten de kadınlar hiçbir zahmet ve güçlük karşısında değildirler. Her türlü istek ve arzuları vakit kaybedilmeden hemen yerine getirilirmiş…”

    “Fransa'ya ayak basışımızdan beri birçok şehir ve kaleye uğruyorduk. Bunların hemen hepsinde ta bir saatlik mesafeden atlılar karşılıyor, şehre girince de misafir kalacağımız eve gelinceye kadar alaylar düzenliyorlardı. Halk, vilâyet konsolosları ve şehrin ileri gelenleri ellerinde meyve ve şekerlemelerle gelir, gelişimizi kutlarlardı… Misafir kalacağımız eve girdiğimizde de bizi görmek isteyen halkın hücumu o şekilde olurdu ki çoğu zaman halkın hücumunu askerler bile önleyemezlerdi…”


    Karşılama Alayı

    “Paris'te evler genellikle dörder, beşer kat halinde olup pencereleri sokağa bakmaktadır. Biz alayla geçerken, hemen her pencere içine alabileceğinden çok sayıda insan yığılmıştı. Halk aslında Osmanlı görmediğinden, bunlar nasıl adamlardır diye sırf merak yüzünden böyle kalabalık meydana getirmişlerdi…”

    “Yine kadın ve erkekler, kimi ziyaret kimileri de bizi seyretmek için kalabalık gruplar halinde içeriye, yanımıza geldiler. Özellikle nasıl yemek yediğimizi merak ediyorlar ve görmek istiyorlardı. “Filân kimsenin kızı veya falanın karısıdır, siz yemek yerken seyretmek için izninizi rica ediyorlar.” diye çeşitli haberler geliyordu. Bunlardan birçoğunu geri çeviremiyor, mecburen yanımıza gelmelerine izin veriyorduk. Perhiz vakitlerine rastladığı için kendileri yemek yemiyorlar, sofra kenarına geçip bizi seyrediyorlardı. Böyle bir duruma hiç alışık olmadığımız için bize çok ağır geliyordu; sadece hatırları kırılmasın diye sabrediyorduk. Onlarsa yemek yenirken seyretmeyi adet haline getirmişler. Mesela Kral yemek yerken onu seyretmek isteyenler gidip izin alırmış. Bunlarda adet böyleymiş. Kulağımıza kadar gelenler arasında bundan daha garip olanı ise şuydu: Kral, yatağından nasıl kalkar, nasıl giyinir bunu seyretmeye giderlermiş. Bu yüzden bize de buna benzer bazı teklifler yapmakla bir hayli canımızı sıktılar.”

    ...

    “Biz saraya girince içerde olanlar ayağa kalktılar. Kral'ın yanına yanaşınca o da ayağa kalktı. Nâmei Hümâyun'u önümüzde tutuyorduk. Elimizi göğsümüze koyup, Padişahımızın kutlu mektubunu elimize alıp yanaştığımızda selâm verir biçimde:

    “Şevketli, azametli, heybetli ve yüce İslâm Padişahı, velinimetim, Sultan oğlu Mehmet Han Hazretlerinin oğlu, Efendim Sultan Ahmet Han Hazretlerinin kıymetli mektuplarıdır.” diyerek eline teslim ettim.


    Daha sonra Veziriazam'ın mektubunu alıp: “Bu da devletli, saadetli Veziriazam ve Muhterem Damat İbrahim Paşa Hazretlerinin yüce mektuplarıdır.” diyerek bunu da yine eline verdim.

    Sözlerime devamla: “Bu iki devlet arasında eskiden beri yürürlükte olan sağlam dostluğu daha da kuvvetlendirmek ve değerli Fransa Kralına olan sevgi ve saygılarını açıkça göstermek için Efendim beni elçilikle gönderdiler.” dedim.

    Kral, henüz on bir yaşını tamamlayıp on iki yaşına basmıştı. Yüzü oldukça güzel olan Kral sanki elmaslar içinde yüzüyor, altın sırmalı elbiseleriyle de ortalığı aydınlatıyordu. Kendisi cevap vermedi, Lalası olan Mareşal De Villerdi cevap verdi:

    “Yüce ve değerli Osmanlı Padişahı Hazretlerinin mektuplarından ve elçiliğe sizlerin gönderilmiş olmasından, yüce Kralımız son derece memnun olmuşlardır.”

    “Birkaç gün sonra yanımıza gelip; “Kral ava çıkacaktır, seyretmeye gelirseniz çok memnun kalırsınız. Eğer gelmek istiyorsanız, yanınızdaki adamlarınızın binmeleri için atlar gönderelim.” dediler. Biz de herhalde güzel bir şey göreceğiz diyerek gitmeyi kabul ettik… Bizimle birlikte kafileyle gelen halk çekilip kenara durdular. Kral'ın avcıları şahin, doğan, sungur, seyfi ve balaban gibi kuşları boğazlarına ipler takarak getirmişler. Bu kuşlar, hemen hiç görülmemiş çok güzel kuşlardı. Bazılarını salıyorlar, tekrar yakalıyorlardı. Bazen tavşan salıp seyfilere yakalatıyorlardı. Bazen turna, bazen balıkçı, kartal veya karakuş salıp bunları seyretmekle vakit geçirdik. Biz Lala ile konuşup sohbet ederken Kral da bizi seyretmeyi avı seyretmeye tercih etmiş olacak ki gözlerini bizden ayırmıyordu…”


    Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi

    “Cour adını verdikleri meydan büyük, güzel ve yemyeşil bir saha olup göğe uzanan ağaçlarla doluydu. Ağaçlar belli ölçüler içinde dikilmiş olduklarından hemen hemen hepsi eşit boyda idiler. Seyredilmesi çok güzeldi. Aynı boydaki bu ağaçlar arasında dört beş defa dolaştık. Çevremizdeki arabalar ise peri yüzlü, gümüş ve gül yanaklı güzellerle doluydu. Onlar da bizimle birlikte dolaşıyorlardı. Sadece onları seyretmek bile insana başka bir ferahlık veriyordu. Akşama kadar bu şekilde dolaşıp, gece misafir kaldığımız eve döndük…”

    “Sadece Paris'e mahsus, adına Opera denilen bir oyun çeşidi varmış, burada çok tuhaf sanat ve hünerler gösteriyorlarmış.  Opera'yı büyük topluluklar seyrediyorlar, daha çok da şehrin zengin tabakası hoşlanıyormuş… Vasi bir gün bizi buraya davet etti. Biz de gitmeyi kabul ettik. Bizi Kral'ın oturduğu yere götürdüler. Burası kırmızı kadifeyle döşeliydi… Opera denilen oyunda herhangi bir hikâye canlı olarak oynanmaktadır. Burada oynanan bütün hikâyeleri kitap olarak basmışlar, hepsi otuz kitap olmuş. Her hikâyenin ayrı ayrı adı var. Ayrıca her hikâyeyi her oyunda daha henüz yeni oynuyorlarmış gibi gösteriyorlarmış… İnsanı hayrette bırakan o kadar çeşitli şeyler gösterdiler ki bunların hepsini burada anlatabilmeme imkân yok. Gök gürlemeleri ve şimşek çakışları gösterdiler. Gördüğümüz bütün bu şeyler bizzat gözle görülmeyince inanılamayacak kadar tuhaf şeylerdir. Gösterilen garipliklerin hepsini seyrettik…”

    “Modon sarayı bahçesinde öğleye kadar dolaşıp öğleden sonra Versay'a hareket ettik. Ancak akşam üzeri saraya ulaşabildik. Gönülleri ferahlatıcı bir saray, gamları dağıtıcı bir güzellik karşısında kaldık. Sarayın güzelliğini burada anlatmaya imkân yok… Versay öyle büyük bir yerdir ki burada dört saray ve dört bahçe daha vardır. Bunların hepsinin dolaşılması tam yedi saat sürüyormuş… Odaların duvarlarını küçük halılar, kadife kumaşlar ve buraya mahsus kilimlerle örtmüşlerdi. Sarayın birçok odası da sırma ve nakışla işlenmiş kilimlerle kaplıydı. Başka bir odada Kral'ın yatağını gördük. Oldukça kıymetli ve son derece ince işçiliği olan bir yataktı… Versay öyle bir saraydır ki Avrupa'da bile bir eşi yoktur, diye ün yapmıştır…”


    Versay Sarayı günümüz

    “Paris aslında İstanbul kadar büyük değildir. Fakat binaları üçer, dörder, hatta yedişer kat olarak yapılmıştır. Her katta çoluk çocuğuyla büyük bir kalabalık oturmaktadır. Sokaklarda da halk çok kalabalık görünür. Bunun sebebi kadınların sokaklarda evden eve dolaşmalarıdır. Paris'te kadınlar katiyen evlerinde oturmazlar. Kadın erkek birbirine karıştığından, halk kalabalık görünüyor. Dükkanlarda oturup alışveriş yapanlar da hep kadınlardır. Dükkanların içi ağzına kadar çeşit çeşit eşyalarla doludur. İstanbul'u göz önünde tutmazsak Paris, dünyada eşi benzeri olmayan bir şehirdir. Şehrin sokaklarını da geniş yapmışlar, yollar baştan başa dört köşe yontulmuş taşlarla döşeliydi. Evlerin çoğunu da taştan yapmışlar. Bu yüzden yapıların genellikle sağlam olup görünüşleri oldukça güzeldi. Sen Nehri şehrin tam ortasından geçiyordu. Nehir, şehri üç ada haline getirmiş; tam ortadan geçtiği için bir yandan diğer yana ancak köprüler üzerinden geçilebiliyordu. Notre Damme adındaki eski ve büyük kiliseleri de buradadır."

    "Şehrin içi köprülerle doludur. Bir yerden bir yere mutlaka köprüden geçilerek gidilebilir. İki tarafları evlerle dolu olan köprüler, bu evlerin arasında sokak gibi kalmışlardı. Köprülerin üstünde dolaşan biri nehirdeki suyu katiyen göremez. Şehirde birbirinden farklı biçimde yapılmış bulunan bahçelerin her birini iç açıcı güzellikte bulduğumu da ayrıca belirtmeliyim…”

    “Daha önce, artık ayrılma zamanımızın geldiğini ev sahiplerimize bildirmiştik. Entroduktor gelerek vedalaşmak için bizi Kral'ın sarayına davet etti… Divanhanede Kral, tahtında oturuyordu. Lalası baş ucunda… Biz içeri girince ayağa kalktılar. Biz de daha önce olduğu gibi iki elimizi göğsümüze koyup selâm verip yanlarına yaklaşarak: “Size veda etmek için geldik.” dedik ve güler yüz gösterdik.

    Mareşal Devillerau Kral adına konuşup: “Sizin elçiliğinizin iki devlet arasında eskiden beri olan dostluğun daha da kuvvetlenmesine sebep olduğuna şüphe yoktur. Ve sizi dahi unutmayıp her üzüntüyü gönül hoşluğuyla hatırlayacağımızdan hiç şüpheniz olmasın.” dedi. Daha sonra usulüne uygun olarak geri çekildik, birkaç adım attıktan sonra yine elimizi göğsümüze koyup veda ederek dışarı çıktık…”

    “Üç gün kadar havanın düzelmesini bekledik. Dördüncü gün ince bir lodos esmeye başladı, bunun üzerine tekrar yola çıktık. Allah'a sonsuz hamd ve şükürler olsun. Onun sonsuz yardımlarıyla hava gittikçe düzeldi. Yola çıkışımızın üçüncü günü, Zilhicce'nin 16. çarşamba günü yüce saltanat merkezi İstanbul limanına girerek vatanımıza kavuştuk.”  

     

    Kaynak: 
    Türkan Polatcı, “Osmanlı Batılılaşmasında Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin Paris Sefaretnamesi’nin Önemi”, 
    Abdullah Uçman, Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi Paris Sefaretnamesi


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.