Trier'in İnsanlık Sahnesinde İdealizmin Ölümü: Dogville ve Manderlay

Trier'in İnsanlık Sahnesinde İdealizmin Ölümü: Dogville ve Manderlay
  • 1
    0
    0
    0
  • Danimarkalı yönetmen ve senarist Lars Von Trier, hiç şüphesiz sinema dünyasının en nevi şahsına münhasır isimlerinden. Ünlü sinemacı, kariyerinin ilk dönemlerinden itibaren dünyaya umutsuz ve pesimist bir gözle bakarak bu durumu eleştiren yapımlara imza attı. Bu eleştirileri klasik hikaye şablonlarını kullanmak yerine şiddeti ve cinselliği de çekinmeden kullandığı için övgülerin yanı sıra yergilerden de bolca nasibini aldı. Böylece seyirciyi manipüle etmeyi, şaşırtmayı başardı. Bunlardan daha önemlisi, onları dünyanın önüne geçilmez koyu karanlığı karşısında dehşete düşürmeye ve kendileriyle yüzleşmelerini sağlamaya çalıştı. Filmografisi boyunca sürdürdüğü bu çabanın meyvesini en çok aldığı ve genel seyirciye en çok ulaşan filmlerinden ikisinin Dogville ve Manderlay olduğunu söylemek yanlış olmaz. Trier’in henüz tamamlanmayan ‘Amerika Üçlemesi’nin ilk halkası olan Dogville’de ana karakterimiz Grace Margaret Mulligan’la tanışırız. Amerika taşrasında Colorado’nun küçük bir kasabası olan Dogville; ilk bakışta kendi halinde, zararsız insanların yaşadığı, huzurlu bir yerdir. Kaçılamayan Bir Yazgı: Dogville'in Grace'i - Pera Sinema Bir şekilde yolu Dogville’e düşen Grace, kendisini kasabanın kanaat önderi olarak konumlayan ama aslında tamamen vasıfsız biri olan Tom Edison’un (Paul Bettany) çabalarıyla burada yaşamaya hak kazanır. Kasabada kendisinden haz etmeyen tek insan olan Chuck’ın (Stellan Skarsgård) da gönlünü kazanmasıyla bir süre için her şey yoluna girer. Bu sürede Tom ile sevgili olurlar. Ama insanların, Grace’in (Nicole Kidman) polis tarafından aranan bir kaçak olduğunun öğrenmeleriyle beraber gidişat değişir. Yardımsever, muhafazakar ve zararsız insanların Grace’in etrafında oluşturduğu ‘iyilik çemberi’ kırılır ve yerini tecavüzden, şiddetten ve her türlü iki yüzlülükten beslenen bir sömürü düzenine bırakır. Filmin sonunda Grace’in mafya üyesi babası kasabaya gelir. Kasabadakilere yardım eden ve onların sevgisini kazanmaya çalışan hümanist genç kadın, gerçek dünyayı gördüğü bu süreçte oldukça değişmiştir. Sonunda babasından ona gelen kuvveti kabullenip, kullanarak onu adice satan sevgilisi Tom’u ve diğer kasabalıları katleder. Trier’in Amerika taşrasındaki ufak, önemsiz bir kasabayı metafor olarak kullanarak aslında insanlığın riyakarlığını, sömürücü tarafını ve iyilik kavramının sahteliğini gözler önüne serdiği de söylenebilir. Sinemacı, Tom karakteri aracılığıyla da havalı ve ‘bilgece’ cümlelerle iyilik ve doğruluğu savunduğunu sanan entelektüel tipine haklı nefretini sunar. Efendi ve köle arasındaki zehirli ilişkiye de dokunan yönetmen, serinin ikinci filmi Manderlay’da bu konuya daha doğrudan bir bakış atar. Dogville resimleri - Fotoğraf 7 - Beyazperde.com Bu kez Grace karakterinde sinemanın en büyük yıldızlarından biri olan Nicole Kidman yerine ünlü yönetmen Ron Howard’ın oyuncu kızı Bryce Dallas Howard’ı izleriz. Ana karakterimiz Dogville’de yol açtığı yıkımın ardından babasıyla arabada giderken kölelik sisteminin hala devam ettiği bir eve rastlar. Kölelerin sahibi olan evin yaşlı hanımı ölmek üzeredir. Kadının ölümünün ardından yanındaki babasının silahlı adamlarından da güç alan Grace, buradaki siyahi insanlara daha özgür bir yaşam sağlamak amacıyla Manderlay isimli bu kasabada kalmaya karar verir. Ve Amerika üçlemesine yakışır şekilde buraya 'özgürlük getirmeye' karar verir. Dünyaya özgürlük ve iyilik getirmeyi amaçlayan saf beyaz bir kadın olarak konumlanan Grace, Dogville’de yaşadıklarından ders alarak vadettiği bu özgürlüğü toplu üretime ve çalışmaya dayalı kurallara bağlar. Kölelerin de bu komünal üretimin hissedarları olduğu bu yeni özgür sistemde ilk filmde de olduğu gibi olaylar planlandığı gibi gider. Fakat köleliğe alıştırılmış bir topluma yabancısı oldukları bir ‘sözde özgürlüğü’ vermenin acı sonuçlarını gösterir yine Trier. Manderlay - Little White Lies Sihirli bir el değmiş gibi bir anda özgürleşen insanlar arasında oynanan oyunların, manipülasyonların, ırklar üzerinden üretilen fantezilerin ve arketiplerin ortaya saçıldığı bu süreçte ‘doğruluk timsali’ Grace de meşhur kırbaçlama sahnesinde açıkça görüldüğü gibi gizlemeye çalıştığı öfkesini dışarı salacaktır. Tepeden inme şekilde baskıyla empoze edilen, parçalanmaya mahkum bu 'özgür düzenin' defoları hızla ortaya çıkmaya başlar. Bir efendi altında yaşamaya bağımlı hale gelmiş bir toplulukla, bastırdığı öfkesini ve cinselliğini idealizmin altına gizleyen biri arasındaki ilişki türlü ahlaki açmazlara sebep olur. Trier, filmin credits bölümünde de gösterdiği gibi günümüzde bile özgürlüğü tatmamış toplumların bizzat kendileri tarafından yazılmış katı bir kurallar kitabıyla yönetilmesi gerektiğini öne sürer. Bu önermesine katılmak zor olsa da demokrasi, eşitlik ve özgürlük gibi uygar toplumların temelini oluşturan kavramların kırılganlığı ve imkansızlığı üzerine sorular sordurmayı başarır. Bu yönüyle film, ajitasyondan beslenen ve kendi kalıplarının içine hapsolan kölelik filmlerinden de net bir şekilde ayrılır. Yönetmen kendisinden beklediğimiz gibi sadece yaşanılan acıları göstererek duygu yaratan ilkel ve garantici bir sinemanın yerine provokatif olmayı da göze alan zihin açıcı bir yaklaşımı benimser. Manderlay’ın ilk parça olan Dogville’den çok daha az beğenilmesi ve yankı bulması ise çeşitli faktörlere bağlanabilir. Başrolün prestijli bir isim olan Nicole Kidman’dan alınıp henüz kariyerinin başında bir genç oyuncu Bryce Dallas Howard’a verilmesi, kullanılan yenilikçi mekan kullanımının ilk çarpıcılığını kaybetmesi gibi tahminler sayılabilir. Bunlardan belki de en önemlisi ilk bölümde seyircinin kolayca empati kurabildiği ana karakterin daha aktif olduğu çok alıştığımız ‘kasabaya gelen yabancı’ hikayesi izlememiz. Manderlay’da ise kendimizi adeta Grace’in görece daha pasif olduğu köle-efendi diyalektiğinin incelendiği bir sosyal psikoloji deney çalışmasının ortasında buluruz. Manderlay resimleri - Fotoğraf 8 - Beyazperde.com Her iki filmde de bir anlamda yönetmenin varlığının, oluşturulan yabancılaştırıcı tiyatro sahnesindeki tezahürü olan usta İngiliz oyuncu John Hurt’un (1940-2017) dış sesinden de bahsetmeden olmaz. Olayları ilahi bakış açısıyla anlatan ve gidişatın farkında olan bu ironik dış ses, hikayede yaşanan olayların beyhudeliğinin farkındadır. Bu unsur da mekan kavramının yok sayıldığı yenilikçi sahne kullanımıyla beraber Brechtyen bir yapıya bürünen filmin yabancılaştırıcılığını daha da artırır. Böylece Amerika üçlemesinin ilk iki adımını oluşturan bu filmlerin aslında mekandan ve zamandan bağımsız bir şekilde genel anlamda insanlık tarihinin anlatan daha evrensel bir noktaya geçtiği de söylenebilir. Dünyaya karamsar gözlüklerle bakmayı bir an bile bırakmayan Danimarkalı usta sinemacı Lars von Trier’in Dogville ve Manderlay’ı şeklen yaptıkları yeniliklerin ötesinde insanlık tarihinin temelini oluşturan kavramlara getirdiği sorgulamalar ekseninde izlemek şüphesiz daha kıymetli.

    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.