Sonsuzluk Ve Bir Gün Kadar Yaşayabilmek: Eternity and a Day (1998)

Sonsuzluk Ve Bir Gün Kadar Yaşayabilmek: Eternity and a Day (1998)
  • 2
    0
    0
    0
  • Bir gün sana soru sormuştum: "Yarın ne kadar sürecek?" ... "Sonsuzluk ve bir gün kadar."

    Geçmişin pişmanlıkları, geleceğin kaygısı ile kaçan bir “bugün”. Farkında olmadan hepimizin, rutine bindirdiği bir alışkanlık. Yaşamanın acı taraflarını tattıkça uzaklaşıyoruz bugünden. Ya yarına merak salıyoruz ya da geçmişin acılarıyla uyuşturuyoruz kendimizi. Geleceğe umut bağlamanın çoğu zaman saçma olduğu ya da geçmişe dönük yaşamanın, yerinde sayan adımlar yarattığı anlatılır. Hepimiz biliriz ama kimse bugünü yaşamaya cesaret edemez. Oysa hayat sadece bugünden ibarettir.

    Tam öyle geçen bir hayatta Alexander, ölümcül bir hastalığa yakalandığını öğrenir. Son gününü geçmişiyle bugünü arasında hatıralarla anımsarken, karşısına çıkan küçük bir çocuk ile bir gün bile olsa sonsuzluk yaşadığı güne giriş yapıyor. Alexander kendini, son gününü, bugünün penceresinden anılarına bakarken bulur. Yönetmen Theodoros Angelopulos, ustalıkla işliyor her bir sahneyi. Geçişler, uzun görüntüler bize o bir günü yaşatıyor. Bugünün adımları geçmişe ayak basarken, ünlü Yunan bestecisi Eleni Karaindru’nun film için hazırladığı kusursuz besteler eşlik ediyor. "Neden anne… Neden hiçbir şey beklendiği gibi olmadı. Neden? Neden çürüyüp gider insan, sessizce... Acıyla ihtiras arasında parçalanarak? … Neden sadece ve sadece kendi ayak seslerimi duydum evin içinde? Neden? Söyle bana, anne… İnsan neden bilmez nasıl seveceğini?” Soruların yarattığı karmaşa, birkaç keşke kalıyor Alexander’a… Kayboluyor bazı kavramların, özlemlerin içinde. Yitip giden şeyleri tekrar yakalayamamanın üzüntüsü, yarının yok oluşunu bilmenin dayanılmaz acısı. Gelecekte artık yerinin olmadığını bildiği için köpeğini hizmetçisine emanet etmek istiyor. En azından köpeğinin bu hayatta ona bakabilecek ve onu sevebilecek biriyle kalması gerektiğini biliyor. Hizmetçisine bırakırken, Yunan kültürüne şahit olacağımız bir düğün sahnesi gösteriliyor bize ve sonra yolculuğuna devam ediyor. Alexander'ın ömrü yazarak, yazdığı şeylerle beraber anlam bulmaya çalışarak geçmiştir. Tesadüfen tanıştığı göçmen çocuktan tamamlamak istediği  Yunan şair Konstantinos Kavafis’in İthaka’sı için kelimeler toplamasını ister. "Gülümsediğini görüyorum ama üzgünsün." İzleyici Alexander ile geçmişin ağırlığıyla ve karısı Anna’nın Alexander’a olan haykırışıyla karşı karşıya kalırken, araya göçmen çocuğun arkadaşı Selim’in ölümü girer. Küçük bir çocuğun, hayatın onu bilmediği bir ülkede bilmediği insanların arasına bırakışıyla güvenli bir liman gibi sığındığı arkadaşı Selim’in artık olmayışı, bizi başka bir acının izleyicisi yapıyor. Sonra kulaklarımıza çocuğun, Selim’in ardından söylediği çaresiz sözleri geliyor... “Hey! Selim! Bu gece bizimle olamaman ne acı. Hey! Selim! Çok korkuyorum, Selim. Deniz o kadar büyük ki! Gittiğin yerde bizi ne bekliyor Selim? Hepimizin gideceği o yer neye benziyor? Dağlar mı var, vadiler mi, Polisler mi var orada askerler mi? Hiç geriye bakmadık ki biz. Şimdi tek görebildiğim, deniz, Uçsuz bucaksız deniz.” Bruno Ganz’ın eşlik ettiği Alexander karakteri, içimizden biri ya da içimizde dolaşan düşüncelerin somut bir örneği. Bu yüzden izleyici her sahnesini çok rahat anlayabiliyor ve yabancılık hissetmiyor filme karşı. Hepimiz hayatı geçmiş-bugün-yarın üçlüsünün arasında koşuştururken, bir şeyleri kaçırarak ya da sonraya bırakarak yaşıyoruz. Alexander’ın büyük bir aşkla bağlı olduğu Anna'ya bile, çoğu zaman yazmak uğruna çığlıklarını sağır olduğunu görüyoruz geçmişine döndüğümüzde. “İki kitap arasında seni çalmaya çalışıyorum. Hayatın yakınlarımızda geçiyor kızınla benim yakınımızda ama asla bizimle değil. Biliyorum, bir gün gideceksin. Gözlerinde uzak rüzgarlar esiyor. Ama bugün, bu günü bana ver sanki son günmüş gibi.” Filmin sonunda Alexander küçük dostunu uğurluyor. Son gününü bu küçük dostuyla bir şeyleri hatırlayarak, kaçırdığı şeyleri düşünerek, geleceğinin yok olduğunu bilerek ve bunlardan habersiz insanları hayatın uzun yolundan geçip gidişini izleyerek geçiriyor. Böylece kalıyoruz düşüncelerimizle baş başa. Soruyoruz kendimize: “Geçmişin acısını bu kadar sırtında taşıdığın yetmez mi?” “Kafanı gelecekle bulandırarak bugünü kaçırdığın yetmez mi?” Umarım “yeter” cevabını verebiliriz ve artık her günü “sonsuzluk ve bir gün” kadar yaşayabiliriz…  

    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.