Porcupine Tree'nin Dâhiyane Albümü: In Absentia

Porcupine Tree'nin Dâhiyane Albümü: In Absentia
  • 0
    0
    0
    0
  • Porcupine Tree demek bir bakıma Steven Wilson demek. Öyle ki grubun beyni olarak da düşünebiliriz Wilson'ı. Yaratıcı lirikler, belki bir planın parçası belki de birbirinden bağımsız parçaların kurucusu. In Absentia da öyle bir albüm ki Steven Wilson'ın garip bir merakı üzerine bizlerle buluşmuş. Bir merak duygusuna bu kadar minnet duyacağımızı tahmin edemiyorduk, ta ki 2002'ye kadar. Grubumuzun beyni Steven Wilson, seri katiller ve cinayetleri üzerine bir kitap okurken kendine yönelttiği bir soruyla albümün temelini atıyor aslında: "Neden ben ve benim gibiler katil olabiliyor?" İç hesaplaşmalar, içe yoğunlaşmalarla geçen bir süreden sonra bu konsept üzerinden gelişen albüm In Absentia. Albüm için bir merkez olmadığını söyleyebiliriz, her parçanın ayrı bir merkezi ve bu merkez üzerine dağılmış hisleri var. Birbirine benzettiğiniz şarkılar bile birbirinden o kadar farklı evrende ki. Başarılı seçilmiş olan distortion tonu farklı evrenlerin kapısını aralamış bize. Sound, sözler, kısacası albüm genel itibariyle oldukça nadide bir Porcupine Tree işi. Modern sound'un başarılı kullanımı ve özgünlüğüyle zaman kavramına göz dağı vermiş albüm. Bir Detay: Albümün adı, In Absentia; latincede "o yokken" anlamına gelen bir sözcük. Albüm totalde 12 parçadan oluşuyor. Aşağıdaki spotify listesiyle o bahsettiğimiz "farklı evrenler"in atmosferine girebilirsiniz. In Absentia yolculuğuna başlayalım öyleyse. Albümden en çok sevdiğimiz, en bilinen parça The Sound Of Muzak çoğu kesim için. Bas gitara hayran kaldığımız bu parçayı Steven Wilson yazdığım en güzel eser diye tanımlamış. Grup adına bu kadar önemli ve üst sıralarda olan bu parça için hepimizin aklında bir soru var elbette. Muzak. Muzak burada neyi tanımlıyor? Kimileri music ve prozac kelimelerinin birleşimi olduğunu iddia etse de aslında bir eleştiri niteliğinde. Muzak, insanların fiziksel ve zihinsel süreçlerini tetikleyen, metabolik yapılarına müdahale imkânı sağlayan ve bu özelliğiyle müziğin ‘eğlendirici’ kimliğinden öte ‘fonksiyonel’ yanını vurgulayan bir mantalite, muzak olgusunda maruz kalan kişinin karakteristik ve psikolojik yapısından ziyade, kullanılan seslerin ve müziğin sunum biçimleri ile bulunulan ortamın genel özellikleri, amaçlanan etkiler için ilk sırada göz önüne alınması gereken kriterler. Bu bağlamda parçayı dinlerken bir diss söz konusu var diyebiliriz. Albümün incilerinden bir diğeriyse Trains. Söz ve sound birleşiminin yarattığı muhteşem bir başyapıt desek abartmış olmayız. Yaz aylarına yaklaşırken yavaş yavaş, şarkı bize göz kırpıyor ve olacakları şimdiden görüyor: Dağılmışlık, huzur, hüzün, belirsizlik. Hepsinin karmasını bize sunacak. Kırlarda koşmak istercesine rahatlamış bir beyin ama bir yandan sizi esir alan o buruk his. İşte tam o hissin şarkısı Trains.

    "when the evening reaches here you're tying me up i'm dying of love it's ok"

    Blackest Eyes'tan bahsedelim biraz da. Yazının başında bu albümün bir seri katil olduğumuzu düşünüp "empati" yapma temasından ortaya çıktığından bahsetmiştik. Yumuşak vokalin altında iç gıdıklayan, biraz da rahatsızlık verici bir fısıltı yatıyor. bunu da yine Steven Wilson'un sözlerine bağlarsak, "şarkılardaki bu "katil" teması olaylara bunu vahşet olarak gören bizlerin değil, daha çok katilin bakış açısından ve normal, masum bir şeymiş gibi işleniyor" demiş Wilson.

    "a mother sings a lullaby to a child sometime in the future the boy goes wild and all his nerves are feeling some kind of energy"


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.