Lübnan'dan Akan Zarif Bir Cibran Aşkı

Lübnan'dan Akan Zarif Bir Cibran Aşkı
  • 2
    0
    0
    0
  • ''Bütün o büyük aşkların çok uzun mesafelerden ve yaşanmamışlıklardan doğduğunu duymuştum.''

    Başı Kafka çekiyordu, ardında Ahmed vardı. Karşılarında ise Lavinia'lar, Mari'ler, Mona Rosa'lar... Yıllar boyunca şahit olduk ki talihsizlik ne kadar sivrilirse okun ucu o kadar aşka yönelir. Hasret insanın boyunu ne kadar aşarsa, kalp yerinden o kadar taşar. Yaşanan hiçbir aşk, yaşanmamışlıklara olan hissiyatla boy ölçüşemez. Bu yaşanmamışlığın yükü ağırdır, öyle ağırdır ki büyük adamlar bile bu yükü omuzlayabilmek için hasretlerini ya prangalara ya da dizelerinin baş harflerine işlerler. Defalarca yazılıp oynanan bu senaryonun bir perdesi de Cibran'ın mektuplarında saklı. Mektupların tam kalbine dokunmak için biraz geçmişe gidelim. Cibran yeşilliklerin içinde, Lübnan'da sakin bir çocukluk dönemi geçirdi. Uzun yıllar doğayı dinlemekten olsa gerek, onda hayatın acelesini ve karmaşasını bulmak mümkün değildi. Adımlar sakin, düşünceler uçsuz... Ailevi sebeplerden annesiyle Amerika'nın Boston eyaletine taşındığında ise sekiz yaşındaydı. Ne şanslıydı ki bu değişimin vereceği sarsıntıda, annesinin ve öğretmenlerinin sanata olan desteği ona koltuk değnekleri oldu. Herkes bilir ki doğru kişilerden gelen destek insanı her koşulda başarıya iter. Cibran da bu sebepten çok dikkat çeken, hatta ''garip'' diye adlandırılabilecek bir çocuk iken bile kendinden hiç şüphe duymadı. Neden duysun ki? Ne istediğini bilen ve aynı zamanda desteklenen bir insanın önünde hiç kimse duramaz. Öğretmeni de bu doğrultuda onu, “kabına sığmayan bir ruh, asi bir zihin, gördüğü her şeyle dalga geçebilen bir göz ve sevgi dolu ama kontrollü bir kalp” olarak tanımlıyordu. Sanatla iç içe büyümenin doğurduğu haklı sonuçla beraber Halil Cibran kısa sürede bu dünyaya bir elinde kalemi diğer elinde fırçasıyla adım attı. Tesadüfen tanıştığı sanat patronu Mary Elizabeth Haskell ise Cibran’ın hayatında dönüm noktası olacaktı. Cibran'ın resimlerinden çok etkilenen Haskell, Paris’te sanat okusun diye ona her ay bugünün parasıyla tam 2000 dolar gönderdi. Bu iletişim bir süre sonra harlanan bir aşk alevine dönüşse de, sonunda iki mantıklı insan olarak hep birbirlerinin hayatında kalacak iki arkadaş olmaya karar verdiler.
    “Bana aşktan korktuğunu söylüyorsun, neden küçüğüm? Güneş ışığından korkuyor musun? Denizin gel-gitinden korkuyor musun? Günün doğuşundan korkuyor musun? Baharın gelişinden korkuyor musun? Aşktan neden korktuğunu merak ediyorum.’’
    Gelelim bizim asıl hikayemize... Aynı yeşillikte serpilen bir diğer başrol ise May Ziyade. Öğretmen olan babası sayesinde eğitimini başarıyla tamamlayan May'in hiçbir konuda Cibran'dan aşağı kalır yanı yoktu. Keza o Filistin’de Arap Edebiyatı’ndaki ilk kadın yazarlardandı. Açık görüşlü bir insan olan May, doğal olarak döneminde kadın özgürlüğü için mücadele eden isimlerdendi. Hayat Cibran'ı New York'a sürüklediği sıralarda, May de ailesiyle birlikte Mısır'a savruluyordu. Güzel olan her şey gizde saklıdır ve gerçek olan henüz bize değmemiştir. İki bedenin birbirine kavuşması hususunda kilometreler büyük önem taşır, fakat iki ruhun birbirini tamamlaması için gereken yol sadece bir cümle uzaklıktadır. Ruhlar tamamlandığında ise cümleler okuyanı o yolda ezip geçer, arkasına bakmaz bile. Bu iki ruhun kesişmesi ise 1912 yılında Cibran’ın Kırık Kanatlar'ı vasıtasıyla oldu. May, kitaptaki Selma Karami karakterinden çok etkilendi ve Halil Cibran’a bu sebeple mektup yazdı. Bu mektup bir tarafın ölümüne kadar, tam 19 yıl devam edecek bir aşkın başlangıcıydı. Edebiyat ve felsefe içeren mektuplar bir süre sonra derin bir tutkuya dönüştü. Birbirini hiç görmeyen, sesini hiç duymayan, birbirine bir kere bile dokunmayan iki insanın böylesine bir aşkı yaşaması, insanın inancını bile sorgulatır. Salt cümlelerle paylaşılan iletişimin iz bırakmama imkanı var mıdır? Acıtan, acısından yaşamın tadını veren bir iz. Öyle ki bu iz May'i, hiç görmediği adamın ölümünden sonra önce intihara, sonra akıl hastanesine sürükledi. May, Cibran’ın ölümünün ardından “Hiçbir zaman bu kadar acı çekmemiştim ve hiçbir kitapta bir varlığın bu çektiğim kadar büyük bir acıya katlanacak gücü bulacağını okumamıştım.” der.
    İşte o meşhur mektuplardan biri... “Hayır, May, bu buluşmalarımızdaki gerilim bizi sis çevrelediği zaman değil, konuştuğumuz zaman ortaya çıkıyor. O uzak ve sessiz yerde her buluşmamızda seni her şeyin bilincinde olan ve her şeyi bilen, yaşama Tanrı’nın ışığıyla bakan ve yaşamı kendi ruhunun ışığıyla dolduran o tatlı ve iyi yürekli kızlardan biri olarak buldum. Ama ne zaman mürekkebin siyahlığı ve kağıdın beyazlığında buluşsak seni ve kendimi bir düelloda sonsuz ölçümler ve sınırlı sonuçlardan başka bir şeyden oluşmayan bir zeka düellosunda karşı karşıya gelmiş en kavgacı iki hasım olarak buluyorum. Tanrı seni bağışlasın, benden yüreğimin huzurunu çaldın, tutarlılığım ve sebatkarlığını olmasaydı herhalde inancımı da çalardın. Gariptir ki, bize en yakın olanlar aynı zamanda yaşamımızı en fazla karıştıran kişilerdir. Birbirimizi paylamamalı, anlamalıyız, çocuk saflığıyla konuşmadıkça anlayamayız. İkimiz de bütün becerileri, yetenekleri, bezemeleri ve düzenlemesiyle konuşma sanatını kullanma eğilimindeyiz. Sen de, ben de, dostlukla konuşma sanatının pek kolay uyum sağlamadığım anlamak zorundayız. Yürek yalındır, May, yüreğin görüntüleri de temel şeylerdir, oysa konuşma sanatı sosyal bir araçtır. Bu nedenle konuşma sanatından yalın konuşmaya dönme konusunda anlaşalım mı? “Sen bende yaşıyorsun ve ben sende, bunu sen de biliyorsun, ben de.” Bu birkaç sözcük geçmişte söylediğimiz her şeyden çok daha iyi değil mi? Geçen yıl bizi böyle sözler etmekten alıkoyan neydi? Çekingenlik mi, gurur mu, gelenekler mi, ne? Başından beri bu temel gerçeği biliyorduk, öyleyse neden içten inananların özelliği olan bu açıklığı göstermedik? Bunu yapmış olsaydık kendimizi kuşkudan, acıdan, pişmanlıktan, saygısızlıktan ve kızgınlıktan yüreğin balını acılığa, ekmeğini toza dönüştüren kızgınlıktan korunmuş olacaktık. Tanrı bunun için seni de beni de affetsin. Anlaşmalıyız. Ama her birimiz diğerinin içtenliğine tamamen inanmadıkça bunu nasıl başaracağız? Sana yerin ve göklerin ve ikisi arasındaki her şeyin önünde söylüyorum, Mary, sadece Batı’dan Doğu’ya kişisel nameler göndermek uğruna “lirik şiirler” yazanlardan biri değilim ben. Ne de sabahları meyveyle yüklüymüş gibi konuşup akşam olunca kendim de, meyveleri de, meyvelerin ağırlığım da unutanlardanım. Kutsallığa ellerini ateşte temizlemeden dokunanlardan değilim. Ne de günlerinin ve gecelerinin boşluğunu hissedip onları kur yapmakla dolduranlardan biriyim. Ruhlarının gizlerini ve yüreklerinde saklı olanları küçümseyip bunları esen her rüzgara açanlardan değilim. Çok çalışkan bir insan olduğum doğru; büyük, asil, güzel ve saf olan her şeye, büyüklüğe, asalete, güzelliğe ve saflığa arzu duyan diğerleriyle aynı şekilde arzu duyuyorum. Ama ben aynı zamanda, her iki cinsten binlerce arkadaşı olmasına rağmen yalnız olan o insanlar gibi, tamamen kendi başıma kalmış bir yabancıyım. Hem ben diğer erkeklerin düşkün olduğu, gönül okşayan sıfatlar ve ayartıcı takma isimlerle anılan o cinsel sporlarla da uğraşmam. Çünkü May, dostlarımız gibi ben de yaratana, yaşama, insanlığa aşığım; ve kader de bugüne kadar benden dostlarımızın ayıplayacağı bir şey yapmamı istemedi. İlk yazdığımda mektubum sana duyduğum güvenin bir göstergesiydi, oysa senin gönderdiğin karşılık kuşkunun göstergesi oldu. Sana yazmakta zorlandığımı hissettim, sen de sakınmayla karşılık verdin. Sana garip bir gerçekten bahsettim ve sen nazikçe şöyle yanıt verdin: “Eline sağlık, akıllı çocuk, lirik şiirlerin ne kadar güzel!” Böyle görgü kurallarına uymadığımı çok iyi biliyorum, daha önce hiç uymadım, bundan sonra da uymayacağım. Ayrıca dikkatli davranmanın nedeninin gelişecek şeylerden kapıldığın korku olduğunu ve acımın neler gelişeceğini tahmin edememiş olmamdan geldiğini de biliyorum. May’den başka birine yazmış olsaydım, ne olacağını önceden görebilirdim; ama gerçeği May’den başka birine yazabilir miydim? Gariptir ki, ondan sonra hiç pişmanlık duymadım. Pişmanlık duymadım, ama içimdeki gerçeğe sıkı sıkıya bağlı kaldım ve bunu sana açıklamak için sabırsızlanıyorum. Bu yüzden sana sık sık yazdım, her defasında içten bir yanıt aldım, ama yanıtlar tanıdığım May’den değil, başka birinden geldi. Bu içten yanıtları May’in, Mısır’da Kahire’de yaşayan akıllı genç bir kadın olan sekreterinden alırdım. Saygı sözleri haykırdım, fısıldadım; bir karşılık aldım; ama “içinde yaşadığım ve içimde yaşayan”dan değil, sakıngan, karamsar ve sanki ben suçlanan, o suçlayanmış gibi alıp veren bir kadından. Sana kızgın mıyım? Değilim, sadece sekreterine kızgınım. O zaman hakkında vardığım yargı doğru muydu, yoksa yanlış mı? Yok, aslında senin hakkında bir yargıya varmadım. Gönlüm senin mahkeme önünde dikilmene izin vermeyecek, veremez de. Gönlüm yargılanmana izin vermeyecek, veremez. Paylaştıklarımız, May, bizi bütün mahkeme salonlarından uzaklaştırıyor. Ama sekreterine gelirsek, onun hakkında bir yargıya varıyorum: ne zaman seninle konuşmaya otursak, içeri girip sanki politik bir toplantının kayıtlarını tutacakmış gibi karşımıza oturuyor. Sorarım sana, dostum, sana sorarım, gerçekten bir sekretere ihtiyacımız var mı? Böyle bir ihtiyaç varsa daha etkili olması için ben de sekreterimi çağırayım. Benim sekreterimin de bulunmasını ister misin? Bak, May, burada güneşin ışınlarına yükselmeye çalışan iki dağ çocuğu var, orada dört kişi, bir kadın ve sekreteri, bir erkek ve sekreteri. Burada Tanrı’nın isteğiyle el ele Tanrı’nın istediği bir hedefe doğru yürüyen iki çocuk, orada bir ofiste oturup kaçamak yanıtlar veren, tartışan, ayağa kalkıp tekrar oturan, kendi inandıkları şeylerin doğru olduğunu kanıtlamaya çalışan, diğerlerinin inandıklarının yanlış olduğunu söyleyen dört kişi var. Burada iki çocuk var, orada dört insan, gönlünün çektiği yol hangisi? Söyle bana hangisi? Ah, bu gereksiz karmaşadan ne kadar yorulduğumu bilmeni isterdim; sadece yalınlığa ne kadar ihtiyaç duyduğumu bilseydin. İsterdim ki doğru olana, saf doğruya, fırtınadaki doğruya, çarmıhtaki doğruya, ağlayan, ama gözyaşlarını gizlemeyen doğruya, gülen ve gülüşünden utanmayan doğruya ne kadar hasret olduğumu bilesin keşke bilseydin, keşke bilseydin. “Bu akşam ne yapmayı mı isterdim?” Akşam değil artık, sabahın ikisi, bu geç saatte nereye gitmemizi istersin? Burada bu sessizlikte kalmamız daha iyi olmaz mı? Burada, ta ki arzularımız bizi Tanrı’nın yüreğine yakınlaştırana dek arzularımızı anlatabiliriz. Burada insanlık bize yüreğini açıncaya kadar insanlığı sevebiliriz. Gözlerini uyku öpüyor. Uykunun öpüşünü geri çevirme. Gözlerini öptüğünü gördüm, şöyle öptüğünü gördüm, şöyle! Hadi başını şuraya koy, şu omuza ve uyu; uyu küçüğüm, uyu, yurdunda, kendi evindesin. Öte yandan ben uyanık kalacağım; kendimle uyanık kalacağım, sabaha kadar nöbet tutacağım. Ben sabahlara kadar nöbet tutmak için doğmuşum. Tanrı seni korusun, benim de nöbetimi kutsasın, Tanrı seni her zaman sakınsın.” New York 05 Ekim 1923 Aşk Mektupları 4 Kaynak: 1 2

    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.