Hayata Tutunamayanlar; Sadık Hidayet’in İç Dünyasına Bir Bakış

Hayata Tutunamayanlar; Sadık Hidayet’in İç Dünyasına Bir Bakış
  • 3
    0
    0
    1
  • Hayata Tutunamayanlar; Sadık Hidayet’in İç Dünyasına Bir Bakış

    Ünlü Japon yazar Haruki Murakami bir romancının iç dünyasında köpüren meydan okuma halini en yalın tanımıyla “Roman yazmak yüreğinizdeki karanlığın dibine dek inmektir” sözleriyle açıklamaktadır. Kişinin kendisini yazarak anlatması kimileri için zor bir uğraş olsa da romancı için adeta bir zorunluluk halidir. Çünkü o yüreğini ruhunun karanlığına kapatmış olandır. Çevresini saran karanlıkta el yordamıyla bulduğu yolunu aydınlatmak için kullanır yazdıklarını. Bu yüzden de yazmadan duramaz.

    Bir roman yazarının içindeki karanlıktan çıkartıp büyüttüğü bir eseri tarif edebileceğimiz yapıtlardan belki de en başta gelenlerden birisidir, Sadık Hidayet’in Kör Baykuş adlı eseri. Belirsiz bir satıhta ilerleyen, parça parça bir görünüp bir kaybolan yüzüyle Sadık Hidayet’in bu eserinde bizlere anlatmak istediği aslında hiçlik özleminden başka bir şey değildir. 

    Sadık Hidayet ( 1903-1951)

    Gerçek ile rüya arasında gidip gelen eserin kurgusu okuyucusunu bir aldatmaca denizinden kopup gelen hırçın dalgaların tanıklığında karşılar. Bir yandan dev dalgalar, insan boyunu aşan iri gövdelerini kitabın her sayfasında okuyucunun üzerine korkusuzca boca ederken diğer taraftan satırlar aktıkça hayal ile gerçeğin birbirine karıştığı fırtınayla seyrelmiş güneş her adımda okuyucudan uzaklaşır. Elbette ki eserin bu tekinsiz havası yazar için bilinçli bir tercihtir. Çünkü ancak bu sayede özünden kopan kirli, temiz tüm parçaları vakur bir kabullenişle içine çekip onları sevmesi mümkün olabilecektir.

    İnsanı diğer canlılardan ayıran hususiyetlerin başında bireyin kendisinin farkında olma becerisi gelir. Yazarları ise diğer insanlardan ayıran, kendisinin ve dünyanın ayırdına vararak yaşama zorunluluğudur. Bir çok insanın anlık olarak farkına vardığı ve her fark ettiğinde huzursuzluk duyduğu gölgesi yazarın karakterinin gizemlerini paylaştığı sırdaşıdır. Bu ilişki çoğunlukla acı verici olabilir. Nitekim gölgesiyle konuşanlar için sözün mayası ağızda her daim acımtırak bir tat bırakır. Bu nedenle ikircikli, kaotik bir evrenden kopup gelen düşüncelerini yaşama salmak, yazar için bir zorunluluktan öte adeta bir ihtiyaçtır.

    Sadık Hidayet’in Kör Baykuş adlı eserinde tam olarak bu durumun bir benzerini görürüz. Yazar hayatın olağan akışında hepimizin zaman zaman deneyimleyeceği üzere bir yandan özüne dair kendisini rahatsız eden parçalarını keşfederken diğer yandan da onlardan kurtulmak istemektedir. Bu nedenle eserinde adeta bir filozof titizliğiyle gerçeğe dair fark ettiği bilgi kırıntılarıyla benliği arasına bilinç düzeyinde mesafe koymaya çabalarken ruhundan dökülen bu parçaları karıştırıp muğlak bir hale sokmaya özellikli bir çaba gösterdiğine tanık oluruz. Kaldı ki kişinin kendi gerçekliğini görmezden gelmesinin yollarından birisi de budur. 

    Kendi gerçekliğinden kopuşun bir diğer yolu da anlatıdan geçer. Çünkü anlatmak ruhun pisliğini temizler, çoğunlukla da olmaktan utandığımız hemen her şeyi normalleştirmemize yardımcı olur. Böylece ruhumuzun derinlerinde görmeye korktuğumuz şeyleri sahte bir cesaretle kucaklar, onları kendimiz ve başkaları için olabildiğince kabul edilebilir kılarız.

    Eserin kıvrımlarından hareketle ana karakterin hikâye boyunca yaşamın maddesel boyutu içerisinde nasıl yalnızlaştığını derin bir tiksintiyle defalarca ifade ettiğine tanık olmaktayız. Nitekim esere ismini veren Baykuş imgesinin Fars kültüründe insanlardan uzak dağılmış evlerde, yıkılmış binalarda yaşayan ve dolayısıyla yalnızlık ve gaddarlık anlamı taşıyan varlıkları betimlemesi, yazarın okuyucularının gözünde nasıl görünmek istediği hakkında bizlere bazı işaretler verdiğini düşünülebiliriz.[1]  Öyle ki romanın ana karakteri gibi Sadık Hidayet’in kendisi de yalnız biridir, yer yer gölgelediği yüzünden utanan ama utandığı şeyi sembolik bir anlatıyla okuyucusuna geçirmek için çabalayan ve bu haliyle taşıdığı yükten kendisini yalıtan bir hali vardır. Bu itibarla yazar, ana karakterinin ayaktakımı olarak nitelendirdiği insanların kokuşmuşluğu ve ahmaklığı çerçevesinde gelişen yalnızlık ihtiyacını ana bir motif olarak ilmek ilmek eserin sayfalarına özenle işlemiştir. 

    Sadık Hidayet’in öz yaşam öyküsünü düşündüğümüzde hayata tutunamayan birinin yalnızlıktan medet umduğu söylemlerin bu eserde sıklıkla geçiyor oluşunu yadırgamayız. Ne var ki yazar ve onun karanlığının bir temsilcisi olan eserin ana karakteri çaresizlik içinde bir yalnızlık deliğine gizlenmiş olsalar da bu kör boşlukta yankılanan sesleri duymaktan yine de kaçamazlar.

    “Kışın bir deliğe gizlenen hayvanlar gibi kendi içime ne kadar çekilsem, başkalarının seslerini o kadar net duyuyor, kendi sesimi boğazımda işitiyordum. Yalnızlık ve inziva sonsuz, koyu yoğun gecelere benziyordu. Koyu, yapışkan, bulaşıcı karanlıkları olan ve boş kentlere çökerek şehvet ve kin uykuları yaymayı bekleyen gecelere benziyordu.”[2]

    Sadık Hidayet Kör Baykuş eserinde Kafkavari bir bunaltının izinde ölüme yönelimli bir çerçeve çizer. Bu çerçeve bütünüyle gerçektir, kendisini anlatır. Maddesel evrenin ikiyüzlülüğünden kotarıp ölümü kucaklamanın hoşluğunu şüpheye yer vermeyecek biçimde kati bir dille ifade eder:

    “Yalnız ölüm yalan söylemez! Ölümün varlığı bütün vehim ve hayalleri yok eder. Bizler ölümün çocuklarıyız, hayatın aldatmacalarından bizi o kurtarır. Hayatın derinlerinden seslenir, yanına çağırır bizi. Ve biz, henüz insanların dilini bile anlamadığımız yaşlarda, ara sıra oyunlarımızı yarıda kesiyorsak, bunu nedeni, ölümün seslenişini duymuş olmamızdır.”[3]

    Ne var ki, Sadık Hidayet’in ölüme koşmak için eseri kaleme aldığı 1936 yılından itibaren yaşaması gereken on beş yılı daha vardır. Şimdi buradan bakınca, ülkesinin içinde bulunduğu koşullar altında kendi karanlığında devinen bir ruh için yaşaması gereken bu senelerin ona ne kadar dayanılmaz geldiğini içim kararak duyumsayabiliyorum. Kaldı ki sonu karalığa çıkan bu ölüm arzusu, yazarı tüm yaşamı boyunca bir gölge gibi takip etmiştir. Yazarın 1930 yılında yayınlanan “Diri Gömülen” adını verdiği ilk öykü kitabında kendisinden kaçıp kurtulmak adına ne kadar derin bir istek duyduğuna görmek mümkündür:

    “Ne kadar düşünüyorsam, bu hayatı sürdürmek boşuna! Ben toplumun bir mikrobu olmuşum, zarar veren bir varlık. Başkalarının sırtına yük. Bazen deliliğim başlıyor. Uzağa, çok uzağa, kendimi unutacağım bir yere gitmek, unutulmak, kaybolmak, yok olmak istiyorum. Kendimden kaçıp, çok uzaklara, mesela Sibirya'ya gitmek, ahşap evlerde, çam ağaçlarının altında, gri gök ve karın, lapa lapa yağan karın altında, gidip kendi hayatıma yeniden başlamak istiyorum. Ya da mesela Hindistan'a gitmek, parlak güneşin altında, göğe başlarını uzatmış ormanların altında, acayip insanlar arasında, kimsenin beni tanımadığı, kimsenin dilimi bilmediği, her şeyi kendimde hissedeceğim bir yere gitmek istiyorum. Ne var ki bu iş için yaratılmadığımı görüyorum. Hayır, ben tembelin biriyim. Yanlışlıkla dünyaya gelmişim. Bütün planlarıma göz yumdum. Aşktan, şevkten, her şeyden kenara çekildim. Artık ölüler sınıfından sayılıyorum.”[4]

    Nitekim 1951 yılında bir Nisan günü uzun yıllar boyunca iç dünyasının karmaşasında bin bir gayretle yoğurarak yaşama maya tutmaz hale getirdiği ruhunu huzura kavuşturmak isteyen büyük usta dünyevi olan her şeyi geride bırakarak yaşam yolculuğunu sona erdirmeye karar verir. Bu onun ilk denemesi olmayacaktır. O zamana kadar ölüme uzanma konusunda bir hayli tecrübeli olan Sadık Hidayet, kısa yaşamı (48 yıl) boyunca intihar denemelerini bir çok defa tekrarlamaktan geri durmamıştır.

    Yakın arkadaşı Bozorg Alevi’nin anılarından öğrendiğimiz kadarıyla Paris’te günlerce hava gazlı bir apartman dairesi aradıktan sonra yaşamının son anlarını geçireceği daireyi Championnet caddesinde bulmuştur. Bundan sonra ölüme giden yolda birkaç ufak düzenleme yapmaktan öte onun için yapılacak başka bir şey kalmamıştı. Ve böylece yıllardır özlemini çektiği ölüm ile bu sefer arasına hiçbir şeyin girmesini istemez bir halde titizlenmiş, en yeni kıyafetlerini üzerine geçirdikten, güzelce tıraş olduktan sonra kapı altlarını, pencereleri sımsıkı kapatıp havagazı musluğunu açarak telaşsız, sessizce ölüme uzanmıştı. Ölü bedeni huzurlu gülümsemesini takındığında yakılmış, küle dönmüş müsveddelerinin kalıntıları boylu boyunca uzandığı döşemenin üzerinde hemen yanı başında öylece duruyordu. Ölümünden az önce bir hikâye taslağı kaleme almıştı, konusu şöyleydi: Annesi “Salgı salamaz ol!” diye beddua eder yavru örümceğe. Küçük örümcek ağ yapmayınca ölüme kurban gider.[5]

     

    Hidayet'in Paris'teki cansız bedeni - Nisan 1951

    Sadık Hidayet'in Mezarı, Père Lachaise Mezarlığı, Paris

     

     

    Kaynaklar:
     
    [1] Baghanam, H., Yılmaz H. (2013), Kör Baykuş’un Tanıklığında Görünür Çevirmenler, Turkish Studies-International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 8/10 Fall 2013, p.133-144, Ankara
    [2] Hidayet, S. (2023), Kör Baykuş, Yapı Kredi Yayınları, Çeviri: Behçet Necatigil, 38. Baskı, İstanbul
    [3] a.g.e, Kör Baykuş 64
    [4] Hidayet, S. (2022), Deri Gömülen, Yapı Kredi Yayınları, Çeviri: Mehmet Kanar, 12. Baskı, İstanbul
    [5] a.g.e, Kör Baykuş p.10


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.