Hayatın anlamsızlığı insanı kendi anlamlarını yaratmaya zorlar.

Hayatın anlamsızlığı insanı kendi anlamlarını yaratmaya zorlar.
  • 10
    0
    0
    1
  • Hayat, geniş açıdan baktığınızda, moda deyimle "büyük resmi" gördüğünüzde, gerçekten anlamsızdır. Durum aslında biraz ilginç. Hayatın içinde sürüklenirken, anların içinde kendimizden uzak iken anlamın varlığından ve yokluğundan bahsetmek ne derece doğru? İnsan kendi yaşamına dışarıdan bakınca öyle üçüncü şahısların yeryüzündeki bakışları ile değil gökyüzünden, yıldızlardan bakmayı denediğinde bazı şeyler doğar insanın içinde. Bu ahlak ve estetik sınırları dışında tamamen yargısız şekilde gözlemlemenin ve hayatı olabildiğince çıplak, savunmasız görmenin bir sonucu belki de. Yoksa kendini hayatın akışına kaptırmış ya da dışarıdan kendini farkında olmadan başkalarını değerleri ile izlemeye çalışan birinin anlamdan bahsedebilmesi tuhaf olur. Öyle ki kendini anlara bölmüş biri bütünlüğünü nasıl idrak etsin, ya da başkalarının değerlerinde, yargılarında tutuklu biri yorumlamanın gerçekliğini nasıl bulsun?

     

    Hayatın anlamını bulabilmek için insanın ilk önce hayatının kendisine yönelmiş algılarını idrak etmesi ve bunların üzerinde düşünmesi gerek. Hayatımız bir sanat eseri olarak düşünüldüğünde bundan haz almamız için ona anlamlar atfetmemiz gerekmez. Çok basit yüzeysel çıkarımlar bize haz vermeye yeterlidir. Bir tiyatro ya da müzikal olan hayatımız içindeki trajedilere, komedilere, dramlara illa anlam vermemiz gerekli midir? Anlam kendini bir gereklilik olarak ortaya sunacaksa bile bu düşüncelerden daha derin bir noktada bulunamaz. Bu mevzu bahis düşünceler anlam bulma adına, hayatın özüne yöneldiğinde insanın huzurunu kaçırmaya yeter. Hep sonlu çıkarımların etkisi altında keşfedilmiş anlamlar ne kadar tatmin edebilir ki kişiyi? Anlam adı altında bir yanılsama doğar. Bu sadece hazzın kaynağına sahte anlamlar atfedilmesiyle olur.

     

    Hayatın anlamsızlığı üzerine düşünmek, yalnızca, modernite içinde yaşayan kişinin yaptığı bir eylem değil. Bu konuda söylenen şeylerin çoğunu, varoluşçuların dediklerinde, Camus'nun Sisifos Söyleni’nde bulabilirsiniz mesela. Kendisi eski bir insandı. Shakespeare; ultra sorgulayan, hayat üzerine düşünmekten başka hiçbir şey yapmayan Hamlet'i 16. yüzyılın sonunda yazdı. Beyindeki kategorilerden bahseden başka bir kişi olan Kant, 18. yüzyılda yaşadı. Elmaya bakıp başka şeyler düşünen Newton değil miydi? Bu geçmişe yönelik nostaljik bakış açışı, "Geçmiş insanlar düşünmeden yaşadı." söylemi nedir anlamıyorum. Onlar doğdular, yaşadılar, öldüler. Teknik olarak, herkesin yaptığı bu. Başka bir seçenek olduğunu ya da bu sıralamanın değişeceğini düşünmüyorum. 

     

    Modern insanın problemi hayatın anlamsızlığı değil de bunun içinde kendini değerli/anlamlı hissetmek için uydurduğu psikotik yalanlar gibi geliyor bana. Bunlardan biri de "Biz çok düşünüyoruz, acayip zekiyiz, o yüzden mutsuzuz." hikayesi. O yüzden bir dönemin en sevdiği laf, “Cehalet mutluluktur.” idi. Hâlâ da öyle. Her dönemin kendine ait bir felsefesi ve bunun etrafından şekillenen birtakım ana erdemleri olduğunu düşünürsek, zamanımızın ruhunu en güzel yansıtan erdem de cehalet diyebiliriz herhalde. Seçilmiş cehaletin mutluluk getireceğine dair bir yanılsama var. Bu, höristik dahi olmayan bir çözüm. İfadenin kendi içinde çelişkili olduğu ortada diye düşünüyorum. Yani kafanızı saatlerce duvara vurmayacaksanız, edindiğiniz bilgileri bir anda unutmanız mümkün değil. Bir kere ben neden mutsuzum sorgulaması yapmaya başlamışsanız, o kafayı öyle boşaltamazsınız.

     

    Hayatın anlamsızlığı üzerine düşünmek, belirli bir kesme ait bir eylem veya bir tür şımarıklık falan da değil. Çöp toplayan Ali Dayı hayatın anlamı üzerine düşünmüyor demek ise, tam anlamıyla müthiş bir cehalet örneği. Fiziksel güç gerektiren işler yapan, daha az ayrıcalıklı olan, öyle olmak zorunda bırakılan insanlara ilk kez Amerikan yerlisi görmüş abiler gibi yaklaşmak oldukça küçümseyici, dar kafalı ve hatta sınıfsal ayrımcılığın bokunun çıkmış hali diyebiliriz. Bir şeyleri sorgularken bile içten içe egomuzu okşuyoruz belki de. Hayatı tek sorgulayan biziz, hayatı biz çözdük gibi ahkam kesiyoruz. Ortadaki gerçekler ise şunlar: hayatın anlamına veya anlamsızlığına dair her şey varsayımdan ibaret. Bu konuda kimse bir şey bilmiyor. Sizler pek tabii cehalet mutluluktur da diyebilirsiniz.

     

    Sokrates gibi, sorgulanmayan hayat yaşamaya değmez diyebilir; hayatınızın gayesini bilgi sahibi olmak da yapabilirsiniz.

    Aristo gibi, hayatın anlamı şansla, talihle, hazla değil iyilikle ilgilidir ve hayat bittiğinde ortaya çıkar da diyebilirsiniz.

    Platon gibi, hakikati görme arayışı da diyebilirsiniz.

    Kant gibi, olayı ahlaki göreve çevirebilirsiniz.

    Kierkegaard gibi, hayatın anlamı tanrıya inanmaktadır da diyebilirsiniz.

    Nietzsche gibi, olay irade diyebilir ve varoluşunuza yaratıcı, yenilikçi dışavurumla anlam katabilirsiniz.

    Schopenhauer gibi, hayat boktan ve iğrenç bir şeydir, çileden ibarettir, asla tatmin olamadan ölüp gideceğiz diyebilirsiniz.

    Sartre gibi, hayatı anlamlı kılan şey seçim yapmaktır diyebilirsiniz.

    Veya Camus gibi, hayatın anlamsızlığına rağmen kendini öldürmemek, yaşamaya devam etmek bir başkaldırıdır. Bu başkaldırı ve insanın hayatı anlamlı kılma çabası hayatı anlamı kılar diyebilirsiniz.

     

    Ne derseniz deyin, hayat öyle sizden ayrı bir olgu değil. Olaya dışarılarda bir yerde bir hayat var gibi bakmayı bırakmazsanız, tek düşündüğünüz dünyanın size bir hayat ve cevap borçlu olduğu oluyor. Nasıl ki varoluş özden önce gelirse, arayıştan da önce gelmelidir fikrimce. Aksi takdirde, kendi hayatınızı da sizinle temasa geçen herkesin hayatını da anlamsızlaştırıyorsunuz.

     

    Bu konu üzerine öyle saçma görüş ve fikirler var ki. Dikkatinizi çekti mi bilmem, bu konudaki hemen hemen tüm yazılar ve programlarda hayatın anlamsızlığını irdelemek yerine hayat anlamsızdır propagandası yapılır. Yani bu bir çıkarım değil bir postulattır. Seküler şehirli hayat görüşünün sınırları içerisinde hijyenik bir hayat tanımı yapılır ve hayatın anlamsızlığı apriori kabul olarak ortaya atılır. Eski düşünürler dolaylı anlam iliştirmeleri yaptığı için bizim de yapmamızda bir mahsur olmayacağı düşünüldüğünden olsa gerek, yapay bir anlam giydirmesi yapılarak hayatın anlamsızlığı propagandasına yöneltilecek doğrudan itirazlara set çekilmiş olur. Artık önce bunların diyalektiğini yapmak gerekir, örneğin önce neden özgürlük istenci ve yaşam arzusu içinde olmak isteyeceğimizin tartışılması gerekecektir.

     

    Bu bir nevi cambazlık, bir nevi de kibir gibi görünüyor. Yine de bunu tartışalım peki. Ben de o zaman şunu demek isterim: Hayata dair akıl yürütmelerinde dahi özgür olamıyorsa insan, eskilerin masallarını apriori kabul etmek mecburiyetinde hissediyorsa, o zaman hayat özünde anlamlı bir şey olsa dahi insan anlamlandıramaz hale gelmiş olmayacak mıdır? Birçok düşünür bu noktada takılmış ve anlamsızlığı nereye iliştireceğine karar vermede zorlanmış gibi görünüyor. Belki de moda zaten eskilerin söylemi üzerine söylem inşa etmektir, bilemiyorum. Artık Maslow'un “İhtiyaçlar Hiyerarşisi’nin” son aşamasına yavaş yavaş ilerlemekte olan bir toplumun hayatın anlamsızlığını sorgulaması kaçınılmaz olduğu için, kendini zeki sananlar tarafından teselli kıvamında maneviyat pompalama üzerine bir algı çalışması yapıldığını düşünüyorum.

     

    Bir noktanın sonsuz bir doğru yanında önemsenmeyecek kadar küçük olmuş olması o noktayı neden bir hiçe çevirsin ki? Hele ki doğru dediğimiz şey noktalardan müteşekkil iken nokta nasıl yok sayılabilir? Nokta kendisini bir hiç de saysa gerçekten de bir hiç midir? Ben tabii ki insanlara hayat anlamı tanımı yapıp dikte edecek cüreti kendimde görmem ama vardır tabii ki kendimce hayatı anlamlı gördüğüm bir bakışım. Fakat size iki çift kelam etmek istiyorum, kendini doğru içinde hiç sayan noktalar. Siz hiç değilsiniz. Kendinizi hiç olarak bile görseniz, doğrudaki kendisini hiç görmeyen diğer noktaların doğruyu oluşturmasında sizin de payınız var, size ihtiyaçları var. Daha açık söyleyeyim, hayat benim için anlamlıdır diyenlerin de sizden öğreneceği, hayatlarının anlamına anlam katacak çok şey var. 

     

    Tamam, insan denilen şey bitmemiş bir projedir fakat projenin daha en başında iken ömrünün tükenmesi çok büyük bir kayıp değil mi? Tüm bunların sonunda hayatı anlamlandırmayı başaramasan da hayatı anlamlandırma serüvenini yaşamak, bu yolla farklı insanlar, ortamlar, yaşam biçimleri tanıyıp bunlara dair anılar biriktirmek bile başlı başına keyifli bir şey olmayacak mı? Son anında hayatın film şeridi gibi gözünün önünden geçiyorsa eğer, o film şeridine çokları sığdırmak ve son anında bir tebessümle anılmak, böylece kendin yapamamışsan bile türünün diğer fertlerinin hayatına anlam katabiliyor olmak bile başlı başına denemek için bir motivasyon olmayacak mıdır?

     

    Her gün batımının bir hikayesi vardır. Nasıl baktığınıza göre değişir sadece. Bu bir son olabilir, ya da sadece bir başlangıç... Aklınızdan çıkarmamanız gereken tek şeyse; her gün doğumu ikinci bir şanstır.

     


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.