Mezarda olan için zaman, anlamını kaybeder.

Mezarda olan için zaman, anlamını kaybeder.
  • 6
    0
    0
    0
  • Beni çok etkiliyor Sadık Hidayet. Yazım dilini de üslubunu da farklı buluyorum. Ayrı bir yol açabilmiş kendine. İslam egemen toplumlarda roman da hikâye de pek gelişmez. Yaratana saygıdır sebep. Misal Osmanlı’da, Persler’de ne gelişmiş; mesneviler, rubailer vs. Sadık Hidayet bu durumu alaşağı ettiği gibi, romanlarının içine şaraplar, kadınlar, çıplak bedenler de koymuş. Üstüne üstlük ezber bozmayı öyle çok da yüceltmemiş, sanki onun doğal haliymiş gibi duruyor öyküleri, eserleri.

     

    Bana kalırsa nihilist yaklaşımının getirdiği yok olma isteğini gayet sakin bir dille ve üslupla belirtmiştir:

    "Hiç kimse intihara karar vermez. İntihar bazılarına mahsustur. Onların yaradılışında vardır. Herkesin yazgısı alnına yazılmıştır. İntihar da bazı kimselerle birlikte doğmuştur. Ben, yaşamı sürekli alaya aldım. Dünya, tüm insanlar; gözümde bir oyuncak, bir rezillik, boş ve anlamsız bir şeydir. Uyumak, bir daha uyanmamak istiyorum. Rüya da görmek istemiyorum."

     

    9 Nisan 1951 tarihinde intihar ederek yaşamına son verdikten sonra, ölümünü; 25 yıllık arkadaşı şu şekilde anlatmıştır:

    “Paris’te günlerce, havagazlı bir apartman aradı, 9 Nisan 1951 günü dairesine kapandı ve bütün delikleri tıkadıktan sonra gaz musluğunu açtı. Ertesi gün ziyaretine gelen bir dostu, onu mutfakta yerde yatar buldu. Tertemiz giyinmiş, güzelce tıraş olmuştu ve cebinde parası vardı. Yakılmış müsveddelerin kalıntıları, yanı başında yerde duruyordu.”

     

    En bilinen romanı Kör Baykuş’ta ruh durumunu nezih bir dille ifade etti:

    “Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar. Kimseye anlatılmaz bu dertler. Çünkü henüz çaresi de devası da yok bu dertlerin.
    Düşündüm, herkesin gökyüzünde bir yıldızı varsa, benim yıldızım uzak, karanlık, anlamsız olmalı. Belki de hiç yıldızım olmadı.
    İçimde müphem bir arzu: Bir deprem olsa da, bir yıldırım düşse de, sakin pırıl pırıl bir dünyaya yeniden doğsam?
    Azap çeken bir ruh gibi bekliyor, kolluyor, arıyordum, lakin boşuna!
    Dünya, ıssız yaslı bir ev gibi görünüyordu gözüme ve ben bağrımda bir acı duyuyordum.
    Bana göre değildi bu dünya; bir avuç yüzsüz, dilenci, bilgiç, kabadayı, vicdansız, açgözlü içindi; onlar için kurulmuştu bu dünya.
    Gönlümde düğümlenen bir şeydi bu ıstırap, bu kederli hal; kasırgadan az önceki havayı andırıyordu.
    Hissettim ki benim düşüncelerim de dayanıksız bir avuç kor gibidir, kül olmuştur, bir üflemeye bakar.
    Birbirine ters düşen öyle çok şey gördüm, birbiriyle çelişen öyle çok şey duydum ki! Artık hiçbir şeye inanmıyorum.
    Bazı kimselerin ölümle savaşı daha yirmisinde başlar; birçokları da yağı bitmiş lambalar gibi, sessiz yavaş, ecelleriyle sönerler.
    Yalnız ölüm yalan söylemez!
    Ölümün varlığı bütün vehim ve hayalleri yok eder. Bizler ölümün çocuklarıyız, hayatın aldatmacalarından bizi o kurtarır.
    Kimse göründüğü kadar dayanıklı değildir.
    Sadece görünmeyen yangınlar,
    duyulmayan fırtınalar,
    gizlice çürüyen ruhlar vardır.

    Nedir günler, nedir aylar?
    Benim için bir önemi yok bunların;
    Mezarda olan için zaman, anlamını kaybeder.”

     

    Onu sadece onun gibi olan ruhlar anlar. Dünya ona göre; belki bize göre değil. Maalesef kirlenmeden, tükenmeden alışmak mümkün mü? Sanmıyorum…

     


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.