Frank Miller’ın En İyi 10 Çizgi Roman Hikayesi

Frank Miller’ın En İyi 10 Çizgi Roman Hikayesi
  • 0
    0
    0
    0
  • Batman ve Daredevil arasındaki benzerlikleri hiç fark ettiniz mi? Biri DC’nin en önemli karakterlerinden, diğeri de Marvel’ın öne çıkan isimlerinden olsa da bu iki kurgusal karakter arasında oldukça benzer yönler var. Bunun sebebi ise aynı kişi tarafından modernize edilmiş olmaları. Karakterlerin yaratılışlarında farklılıklar gözlenebilir. Fakat bu iki karakterin geçirdiği olumlu değişimlerin altında ortak bir imza yer alıyor. 1957 yılında Amerika’da doğan Frank Miller, çocukluğundan bu yana hep bir çizgi roman hayranıydı. Öyle ki kendi çevresiyle anlaşmaktansa çizgi romanlar arasında kaybolmayı daha keyifli buluyordu. Ancak sosyal açıdan bu durum onu zora sokunca çizgi romanlara bir süre ara verdi. Çizgi roman okumayı bırakan Miller, zamanını korku ve gerilim yapımlarla geçirse de bu onun ilerideki çizgi roman hayatını etkileyecekti. Miller, çizgi romanlarla o kadar iç içeydi ki hem çizim yapıyor hem de hikaye kurguluyordu. Çizim tarzı o zamanki alışılmış çizgi roman tarzlarından farklıydı. Aynı şekilde sayfayı kullanış biçimi de standardın dışındaydı. Genellikle Noir tarzdaki hikayeleri ile ünlü olan Miller’ın, Batman ve Daredevil gibi iki ikonik karakterin üzerinde etkisi ise oldukça fazla. Öyle ki zamanında bu iki karakteri kelimenin tam anlamıyla dipsiz kuyulardan geri çıkardı. Her ne kadar Batman ve Daredevil’i olumlu yönde değiştirse de Miller’ın efsane olmasının sebebi sadece bu iki karaktere yaptığı değişiklikler değil. Çizgi roman sektöründeki varlığı boyunca imza attığı hikayeler de Miller’ın değerini ortaya koyuyor. Gelin bu hikayelerden en iyi 10 tanesine birlikte göz atalım.

    Ronin (1983/84)

    1983 ve 1984 yılları arasında DC tarafından yayınlanan sınırlı seri Ronin, Miller’ın en önemli eserlerinden biri. Üstelik Miller hem hikayenin yazarlığını hem de çizerliğini üstleniyor. Bu altı sayılık seride Miller, bir samurayın yaşamına dikkat çekiyor. Ancak ana karakter olan samuray, genelin aksine teknolojinin ön planda olduğu distopik bir evrende yer alıyor. Samurai Jack çizgi dizisini aklınızdan geçirdiniz değil mi? Bu çok normal çünkü Samurai Jack’in yaratıcısı Genndy Tartokovsky, Ronin’i esin kaynağı olarak kullandı. Aynı Tartokovsky gibi pek çok yapım da bu seriyi esin kaynağı olarak dikkate aldı. Buna Ninja Kaplumbağalar’ın da yaratılışı dahil...

    300 (1998)

    Gerard Butler’ın Leonidas olarak karşımıza çıktığı, efsane savaş sahneleri ile göz dolduran bir film olan 300, sinemalardan çok önce çizgi roman olarak ortaya çıktı. Elbette bu efsane hikayeyi hayata geçiren isim de Frank Miller’dan başkası değildi. 1998 yılında Dark Horse tarafından sınırlı seri olarak yayınlanan 300, her ne kadar çok fazla eleştiri alsa da (özellikle Alan Moore tarafından) Termopylee Savaşı’nın en önemli adaptasyonu niteliğinde. Lynn Varley’in muhteşem suluboya panelleri de cabası... Miller’ın bu hikayedeki başarısı ise okuyucuyu Sparta Kralı Leonidas’ın yanı başında savaşıyormuş gibi hissettirmesi.

    Sin City: That Yellow Bastard (1996)

    Miller’ın sinemalarda izlediğimiz bir başka eseri ise Sin City: That Yellow Bastard. 1996 yılında yayınlanan bu sınırlı seride Miller, Noir tarzını fazlasıyla yansıttı. Miller bunda o kadar başarılı oldu ki pek çok eleştirmene göre bu hikaye, en iyi Sin City hikayesi olarak kabul gördü. Sin City karakterlerinden John Hertigan’ı odak noktası olarak gördüğümüz hikaye, bu kahraman polise hayran olunmasını sağlıyor. Klasik Sin City hikayeleri gibi mutlu bir sonuca ulaşmasa da hikayenin kurgusu oldukça başarılı. Genellikle siyah ve beyaz renklerin kullanıldığı bu eserde yer alan sarı tonlar ise hikayedeki şiddet unsurlarını ön plana çıkarıyor. Bu arada hikayenin 2005 yılında sinemaya uyarlandığını da söylemeden geçemeyeceğiz.

    Give Me Liberty: An American Dream (1990)

    Dark Horse tarafından 1990 yılında yayınlanan bu hikaye adeta bir sanat eseri. Bunda Miller kadar çizgileriyle Dave Gibbons da etkili. Bu hikayenin bir diğer özelliği de Miller’ın pek çok hikayesinden farklı olarak ana karakterin bir kadın olması. Ancak yine de bu bir Frank Miller hikayesi. Bunun anlamı hikayenin distopik bir ortamda geçmesi. Üstelik bu ortamda politik kirlilik ve aşırıcılık hakim. Ayrıca hikayenin melodik nüanslardan ve incelikten yoksun olması, Amerika uygarlığının çöküşüne bir eleştiri niteliği taşıyor. Miller, yazdığı bu hikayede Amerika halkının artan açgözlülüğünü Amerikan halkına sunuyor. Üstelik bunu samimi bir dille gerçekleştiriyor. Kulağa oldukça cesurca gelmiyor mu?

    Daredevil: The Man Without Fear (1993)

    Miller’ın Daredevil üzerindeki etkisinden yazının başında kısaca bahsetmiştik. Daredevil, uzun yıllardır çizgi roman sektöründe yer alan bir karakter ve bu zamana kadar pek çok çizgi roman yaratıcısı Darevil üzerinde çalışmalarda bulundu. Bu isimlerden en önemlisi kuşkusuz Frank Miller. Miller karakterin geçmiş hikayesinde ve kendisinde yaptığı değişimler ile Daredevil’i tekrar gündeme getirdi. Miller’ın karakter üzerindeki bu çalışmaları hem eleştiriyel anlamda hem de ticari olarak olumlu sonuçlandı. 1993 yılında ise Miller bir başka çizgi roman sektörünün tanınan ismi John Romita Jr. ile çalıştı ve ortaya bu mini seri çıktı. Stan Lee ve Bill Everett’in Daredevil üzerindeki ilk çalışmalarına sadık kalan Miller, karakterde yaptığı ufak değişiklikler ile Daredevil’in hikayesini daha da geliştirdi. Üstelik Matt Murdock’un hikayesinde yaptığı küçük değişiklikleri, karakter bütünlüğünü bozmadan başardı.

    Sin City: The Hard Goodbye (1995)

    Her ne kadar çoğu eleştirmen tarafından That Yellow Bastard hikayesi Sin City’nin en iyisi olarak görülse de The Hard Goodbye da yabana atılacak türden değil. Miller kurguladığı bu hikayede bu sefer Marv karakterini ön plana çıkarıyor. Goldie adındaki bir fahişeyi öldürmekle suçlanan Marv, bir yandan Goldie’ye olan aşkını dile getirirken bir yandan da adını temize çıkarmaya uğraşıyor. Sin City’nin kasvet dolu temasında bunu yapmak o kadar kolay değil. Marv da bunun farkında ve bunu başarmak için yolunun şiddet ve intikamdan geçmesi gerektiğini biliyor. Bu hikayeyle ilgili en çarpıcı özelliği ise Miller’ın gürültüye dayalı görselliği. Bu hikayede beyaz palet ve gölgelerden fazlaca yararlanan Milller, genelde kullandığı fütüristiklikten farklı olarak daha otantik bir şekilde karşımıza çıkıyor. Ek olarak hikayenin sinemaya uyarlandığını ve Marv karakterine Mickey Rourke’un hayat verdiğini de söylemek isteriz.

    Daredevil: The Elektra Saga (1984)

    Elektra, Daredevil hikayelerinin vazgeçilmez karakterlerinden biri. Matt Murdock’un aklını sürekli karıştıran bu karakter, güzel olduğu kadar oldukça da tehlikeli. Üstelik Elektra, Frank Miller’ın karakter yaratıcılığının en önemli kanıtı. Ayrıca Miller’ın yarattığı karakteri geliştirmesi ve sonunu can alıcı şekilde kurgulaması da takdire şayan. Matt Murdock’un üniversitede sevgilisi olarak tanıtılan Elektra Natchios, ilk olarak Daredevil serisinin 168. sayısında karşımıza çıkıyor. Murdock üzerindeki etkisini uzun yıllar geçmesine rağmen hala koruyan Elektra hakkındaki gerçekler ortaya çıktığında ise onun ne kadar büyük bir derinliğe sahip olduğunu görebiliyoruz. Daredevil’in hali hazırda olan düşmanları Bullseye ve Kingpin’in de olaya dahil olmaları Elektra’nın seriye ne kadar iyi giriş yaptığını kanıtlıyor. Üstelik serinin  181. Sayısında Elektra’nın Bullseye tarafından öldürülmesi de uzun süre unutulmayan paneller arasına girmeyi başarıyor.

    Batman: Year One (1987)

    Daredevil kadar Batman de Frank Miller’ı bir kurtarıcı olarak görüyor. DC’nin en gözde karakterlerinden olan Batman’in popüleritesini kaybettiğini düşünün. İnanılmaz olarak görülse de bir dönem bu olmak üzereydi. Neyse ki Frank Miller, tıpkı Daredevil’i olduğu gibi Batman’i de bu kötü kaderden kurtardı. Bunu yine bazı değişiklerle gerçekleştirdi ve Daredevil’de olduğu gibi temel unsurlara saygıyla yaklaştı. 1994 yılında Batman’in başlangıç hikayesini yaptığı değişikliklerle tekrar okuyuculara sunan Miller, Batman’in tarihine adını altın harflerle yazdırdı. Batman gibi köklü bir karakterin başlangıç hikayesini ufak değişikliklerle tekrar kurgulamak biraz cesaret ister. Ama söz konusu Frank Miller olunca bu o kadar da garip değil. Miller’ın Batman adına attığı bir diğer önemli adım ise Batman karakterlerinden James Gordon’a verdiği önem. Batman’in mentalitesini, Gotham’ın karanlığını ve Gordon’un umudunu oldukça başarılı bir şekilde harmanlayan Miller, akıcı hikayeciliği ile yine tüm övgülerin sahibi oldu. Batman’in en iyi hikayeleri arasında üst sıralarda bulunan bu eserin çizimleri ise David Mazzucchelli’ye ait.

    Daredevil: Born Again (1986)

    Daredevil ve Batman gibi karakterlerin farklı farklı hikayeleri mevcut. Dolayısıyla Miller’ın bu karakterler üzerinde yaptığı değişikliklerin ne kadar önemli olduğu çok fazla sayıdaki hikayelerden de anlaşılabiliyor. 1986 yılında ise Miller, Daredevil’in hikayelerine bir kez daha dokunuyor ve Hell’s Kitchen’ın kahramanı yeniden hak ettiği değere ulaşıyor. Miller’ın kaleme aldığı bu hikayede Matt Murdock’un karakteri duygusal açıdan daha da gelişiyor. Başına gelen sıralı kötü olaylar karşısında dirayetini korumaya çalışan Matt Murdock, Miller ve Mazzucchelli’nin ellerinde adeta küllerinden doğuyor. Miller’ın çizgi romanlarında mutlu sonların yer almadığını belirtmek gerekir ve Born Again hikayesinde de bu durum geçerli. Ancak kahraman olmanın anlamını Daredevil üzerinden anlatan Miller, bu hikayede bir kahramanın kötülüğe karşı en umutsuz durumda bile ayakta kalışını gösteriyor. Ayrıca Miller, hikaye dahilinde bazı çizgi roman hayranlarının kötülüğün zaferine olan ilgisini de karşılıyor.

    Batman: The Dark Knight Returns (1986)

    Batman: The Dark Knight Returns, belki de Batman hikayelerinin en ağır diyaloglara sahip olanı. Miller’ın yaşlı bir Batman’i karşımıza getirdiği bu eser, onu bir endüstri simgesi haline getirdi. Pek çok çizgi romana, filme, animasyona esin kaynağı olan bu hikaye, pek çok sanatçıyı da büyük oranda etkiledi. O zamanlar itibariyle kötü bir gelecekte yaşlanmakta olan bir süper kahraman, benzersiz bir çizgi roman unsuruydu. Bunu hayata geçiren ise Frank Miller oldu. Miller, tıpkı diğer hikayelerinde olduğu gibi bu hikayede de cesur eleştirilerine yer verdi. Üstelik Batman ve Superman arasındaki son savaşı karşımıza getiren Miller, Dünya’nın en güçlüsüne karşı bile olsa Kara Şovalye’nin de yabana atılmaması gerektiğini gösterdi. Ayrıca Gotham’ın kahramanına olan ihtiyacını da bir kez daha gözler önüne serdi. Miller’ın bu zamana kadar yayınladığı her eser oldukça beğenilse de keskin eleştirilere de maruz kaldı. Ancak bu eleştiriler yıllar geçtikçe The Dark Knight Returns’ün popüleritesine katkıda bulundu. Her ne kadar kötü eleştirilere maruz kalsa da bu hikaye Batman’in en iyi hikayeleri sıralamasında üst sıralarda ve bu uzun bir süre daha devam edeceğe benziyor.      

    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.