Distopyaya Felsefi Bir Bakış: The Handmaid's Tale 2. Sezon 5. Bölüm İncelemesi

Distopyaya Felsefi Bir Bakış: The Handmaid's Tale 2. Sezon 5. Bölüm İncelemesi
  • 0
    0
    0
    0
  • Tarihler 1785 yılını gösterirken İngiliz filozof Jeremy Bentham, tüm zamanların en ilginç fikirlerinden birine imza atmıştı: Panoptikon. Etimolojik olarak "her şeyi gözetlemek" anlamına gelen bu sözcük tüyler ürpertici bir hapishane modelinden başka bir şey değildi aslında. Panoptikon, tasarımı gereği mahkumlarına korkunç bir deneyim yaşatıyordu: Ne zaman gözetlendiğini asla bilemeyecekleri bir mekanda hapsolmanın dayanılmaz ağırlığı. Gözlenen her yanlışlarının cezayla sonuçlanacağını bilen ama ne zaman gözlendiğini asla bilemeyen mahkumların her an izleniyormuşçasına davranmak ve kendi kendilerinin gardiyanı olmaktan başka çareleri yoktu. Panoptikon'un bu ürkütücü modeli yıllar içinde elleri kanlı totaliter rejimlerin elinde sıradan bir uygulama haline dönüşürken, 1984 yılında mütevazi yatak odasında zamanın ruhundan beslenen bir yazar, Margaret Atwood, distopik evreni Gilead'ı yaratırken de bu kadim kavramdan yararlanacaktı. Ve bir adım geriye çekildiğimizde bu korkutucu evrende gördüğümüz tek şey içimize işleyen bir Gilead'dan başka bir şey olmayacaktı. İşte tam da bu derinlikli kaynaktan güç alan The Handmaid's Tale dizisi, Panoptikon kavramını ele almayı gerekli kılıyor. İkinci sezonda attığımız her adım bize Gilead'ın sınırlarının olmadığını gösteriyor. Kanada'ya kaçmayı başaran Moira hayatından zevk alamaz halde iken zavallı Janine ölüme yürüdüğünü bile bile dini referanslar vererek hayatına şükretmekle meşgul. Ve nihayet geçtiğimiz bölümde bu iç kemirici istilanın son ve en büyük kurbanı olan June. Suçluluk duygusunda boğulmaya terk edilen June'un yaşadığı katlanılamaz travmalar sonucunda dönüştüğü iki boyutlu kişiliği tüm bu Panoptikon meselesinin zirvesi oluyor aslında. Evin hanımı Serena tarafından bağırsak hareketliliğine kadar takip edilen June, besilik bir hayvan gibi muamele görürken kendini tamamen kapatıyor ve suçluluk duygusunu zihninde bir mantra gibi tekrarlayıp duruyor. Sezonun 5. bölümü "Seeds"in açılışı itibariyle onu en son bıraktığımız dissosiyatif durumda bulup ilerleyen her karede daha da donuklaştığını fark ediyoruz. Artık karşımızda kendi kendineyken bile susan, hayatını birkaç zorunlu kelimeyi kullanarak idame eden bir June var. Gözlerinin ışığı tamamen söndürülmüş, Gilead'ın çarkları içinde öğütülmeye bir adım önde giden bir damızlık. Bir adım önde derken? Bu noktada June'un geldiği konumun içerdiği nüansa dikkat etmemiz gerekiyor. June tüm bu keşmekeşin içinde pasifize olsa da bölüm itibariyle bu durumunu suisidal bir çabaya dönüştürüyor. İç çamaşırında gördüğü ve muhtemelen bir düşüğün işaretçisi olan kanı umursamıyor, günbegün artan bu durumu başkalarından gizliyor ve kendine hazırladığı tehlike dolu geleceğe doğru emin adımlarla yürüyor. Bu tehlikeli yürüyüşün zirve noktalarından biri de muhteşem bir sinematografinin ürünü olan banyo sahnesi oluyor. June'un kanıyla kıpkırmızı olmuş küvetin içinde gerçek June ve yansıma June'u görüyoruz. Suya neredeyse batacak bir June ve kıpkırmızı sulara çoktan gömülmüş bir Offred'i simgelercesine yaratılan bu sahne sezonun en ikonik anlarından birine dönüşüyor. Beşinci bölümün bir diğer sürprizi ise Gilead'ın daha önce hiç görmediğimiz bir vahşetine daha şahit olduğumuz Göz'lerin toplu evlendirilme sahnesi. Bu sahneyi vahşi kılan ise Gilead'ın ergenliğe girer girmez kızları bir damızlık statüsüne yerleştirmesi ve aleni şekilde "çocuk gelin" olarak tanımlayabileceğimiz istismara sistematik olarak onay vermesi gerçeği. Nick'le evlendirilen Eden'ın annesine doğru düzgün veda etmeden evinden çekilip alındığı ve "bu iş için" yetiştirildiğini öğrendiğimiz anın kan donduruculuğun yanında senaryo bize epey tartışmalı karakterimiz Serena hakkında da düşünme fırsatı sunuyor. Damızlık ve Martha'larına devamlı şiddet uygulayan Serena'nın Sydney'e verdiği "kız kıza" tavsiyeler ve Komutan Waterford'la olan ilişkisinin konuşmasına yansımalarını görünce bu karmaşık karakter hakkında soru işaretlerimiz artıyor. Gilead'da işler umutsuzca devam ederken uzun bir aradan sonra yeniden Koloniler'e de göz atma fırsatı buluyoruz. Koloniler'e alışması uzun sürmeyen Janine ve davranışları ilk bakışta en başta bahsettiğimiz Panoptikon tasvirinden başka bir şey değilse de bir adım geri çekilip geniş perspektiften baktığımızda bunun bir direniş biçimi olduğunu fark ediyoruz. "Sürgüne, çalışmaya ve ölmeye" gönderilen bu "kadın-olmayan"ların karanlık günlerine adeta bir ışık oluyor Janine. Bu distopik cehennemde bambaşka direniş yöntemleri olduğunu da gösteriyor bizlere. Her ne kadar varış noktası belirsiz olsa da karahindibalar üflemeye değer bir kurtuluşun varlığına inandırıyor. Bölümün sonunda June'un hapsolduğu suisidal çemberin hastanede nihayete erdiğini görüyoruz ve bu an bambaşka kapıların açıldığı bir an aslında. Hastanenin buyurgan floresanlarından üzerine örttüğü bembeyaz örtüyle kaçan Offred doğmamış çocuğuna bir söz veriyor: "Ne sana ne de olacağın kişiye asla sahip olamayacaklar." Ve işte o an anlıyoruz ki, onların Panoptikon'u varsa bizim de umudumuz var. Yeniden görüşünceye dek, Tanrı meyvenizi kutsasın! Kaynak: 1 ***Önceki bölümlerin ayrıntılı incelemelerine ulaşmak için buraya tıklamanız yeterli!***

    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.