Fransa Elçisi Yirmisekiz Mehmet Çelebi ve Sefaretnamesi

Fransa Elçisi Yirmisekiz Mehmet Çelebi ve Sefaretnamesi
  • 0
    0
    0
    0
  • “Bin yüz otuz iki senesi zilhiccesinin dördüncü Pazartesi günü İstanbul’dan, Fransız elçisi tarafından verilen tüccar kalyonuna binip bin yüz otuz üç senesi muharreminin yirminci cuma günü sabahın erken saatlerinde Tulon şehri denilen mahalle dahil olduk. Nazarto limanında demir bırakub on pare selâm topu attık. Liman etrafında sefinelerden ve burçlardan üç yüz kadar top atılup azîm şenlikler ettiler. Ve hemen arkasından ol mahallin Kapudan Vekili tarafından sandal ile bir kapudan geldi. Kalyonumuza yakın bir mahalden, kapudandan selâm getirüp hal ve hatrımızı sordu: ‘Safa geldiniz, hoş geldiniz. Nice günler idi mesut kudûmunuzu bekler idik.’ diyerek sevinçlerini belirtti.” Yirmisekiz Çelebi Mehmet’in Sefaretnamesi'nin giriş cümlesi. [caption id="attachment_174743" align="aligncenter" width="425"] Osmanlı'nın Avrupa'daki İlk Elçisi Yirmi Sekiz Mehmet Çelebi[/caption] Memleketimizde ne zaman bir şeyler ters gitse ve insanlar olanlardan rahatsız olursa, genellikle dönüp bakılan tek bir yer vardır: Avrupa. Avrupa, bizim için –meşrebine göre-; arzulanan, özenilen, örnek alınan ya da bizi çekemeyen, bize köstek olan kapı komşumuz, sınıf arkadaşımız. Ülke için ne zaman kötü bir şeyler olsa ya sorumlusu Avrupa’nın kendisidir, ya da Avrupa’yı yeterince örnek alamayışımızdır. Öyle ya da böyle, iş ucundan kıyısından mensubu olduğumuz kıtaya bağlanmaktadır bir şekilde. Günümüzde de, belki bunun en yoğun tezahürlerinden birinin yaşandığı bir dönemdeyiz. Milyonlarca yürek, tek bir ses: “Abi Avrupa bambaşka...” ya da “Adamlar aşmış, orada hiç böyle değil. Mesela bak...” ile başlayan cümleler, ekseriyeti üniversite kampüsleri olmak üzere yurdun dört bir yanında yankılanıyor. Kimisi flörtüne, kimisi arkadaşına, kimi bilmem kime yani bir noktada herkes herkese Avrupa deneyimini/bilgisini aktarıyor, oranın “bambaşkalığını” türlü örneklerle ve tecrübelerle kanıtlıyor. Artık manasını yitirmeye başladı bu durum, bir şeyler öğrenme ya da ders alma amacından sapmış vaziyette kanımca. Daha çok bir caka satma, “ben de biliyorum”culuğa hizmet eden bir araç hâlini aldı bu Avrupa tecrübelerini aktarma durumu. Peki bu her zaman böyle miydi? “Abi Avrupa bambaşka ya...” demeye ne zaman başladık? Ders aralarının, bar sandalyelerinin çerezlik muhabbeti yahut da kimilerinin hayallerini süsleyen Avrupa’ya gitme olayı aslında çok da yeni değil. Bunun ilk örneklerinden biri ise, resmi olarak Avrupa’ya atanan ilk isim Yirmisekiz Mehmet Çelebi. [caption id="attachment_174744" align="aligncenter" width="561"] Yirmi Sekiz Mehmet Çelebi Fransa'da saraydayken[/caption] Yeniçeri Ocağı’nda bulunduğu günlerden ve o günlerde bağlı bulunduğu ortadan kalma lakabıyla Yirmisekiz Mehmet Çelebi, Lale Devri’nin sultanı III. Ahmed’in isteği ile 1720-21 aralığında Paris’te Osmanlı İmparatorluğu’nun elçisi olarak görev yaptı. Bu görevi esnasında yaşadıklarını ve izlenimlerini de kaydederek, bizlere pek değerli sefaretnamesini bırakmış oldu. Yirmisekiz’in eseri titizlikle hazırlanmış, en ufak bir detayı dahi atlamadan not edilmiş ve Paris’e giden yoldan başlamak suretiyle görevi esnasında başına gelen her türlü olayı aktarmış. Geçtiğimiz aylarda İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkmış olan, Şevket Rado’nun hazırladığı versiyonunu okudum bu sefaretnamenin. Kullandığı dil itibarıyla ve yer yer saklı tutamadığı şaşkınlığıyla okuması oldukça keyifli bir kişilik Yirmisekiz Mehmet Çelebi. Osmanlı elçisinin başından geçen değişik olaylardan bir örnek vermem gerekirse ise Fransa Kralı XV. Louis ile olan şaka yollu sohbetleri diyebilirim. Kralın lalasının, kralla görüşme teklifine “Padişah görmekten hazzolunmaz mı?” diye olumlu yanıt vermenin akabinde kralın huzuruna çıkar Yirmisekiz. Ve orada, lalasının da yönlendirmeleri ile birlikte yer yer kralın takma olmayan saçını “ohşayıp”, “Maşallah!” diye tepki verir, yer yer ise oradan oraya koşuşturan, o dönem henüz 11 yaşında olan XV. Louis’yi “Barekallah!” diye kutlar. Gözünüzün önüne getirdiğinizde, etrafta koşuşturan 11 yaşındaki bir Fransa kralına “Barekallah!” diye tepki veren kavuklu çarıklı bir Osmanlı sefiri enstantanesi, tüm o “Avrupa bambaşka abi” deneyimleri içerisinde en bambaşkalardan biri, belki de birincisi olabilir. [caption id="attachment_174745" align="alignright" width="168"] Devrin Osmanlı Padişahı III. Ahmed (1703-1730)[/caption] Günümüzün fütursuzca Avrupa tecrübelerini aktarımının; Yirmisekiz’in eserindeki, içerikte benzer, amaçta farklı tezahürlerine örnekler artırılabilir. Misalen, sanata olan ilgi ve alaka günümüzde bu konuda olan yaygın kıstaslardan biri. Yirmisekiz de bu konuyu es geçmemiş tabii. “Opâre” olarak adlandırdığı ve bir perdenin ardında zuhur eden, kitap edilmiş bir hikayeyi henüz oluyormuş gibi gösterdikleri bir sanattan detaylıca bahseder. Yani şaşırdığını gizlemeksizin Avrupa’da deneyimlediği bir opera gecesini anlatır bizlere. Yahut onun şehircilik ve askeri planlama işlerinde kullanılmak üzere tasarlanmış kale maketleri odasına dair yazdıklarını okurken, aklınıza “Avrupa sistematikliğini” gece gündüz durmaksızın öven arkadaşlarınız düşebilir. Tabii, belli başlı konseptlerle bir Osmanlı olarak ilk karşılaşan isim olan Yirmisekiz Mehmet Çelebi ile kendimizi bir tutamayız, o günden bu güne epey yol kat edildi. Ancak yine de bu Osmanlı sefirinin eserini okurken, onun gördüklerine verdiği tepkileri gördüğümde günümüzle paralellik kurabiliyor olmak oldukça ilginç. Önemli bir farkı da belirtmek lazım tabii; Yirmisekiz Mehmet Çelebi gördüklerini şaşkınlıkla karşılıyorsa da, hiçbir zaman bir eziklik ya da karşıyı abartılı bir şekilde övme durumunda değil. Aksine, temsil ettiği devletin yüceliğine zeval vermemek adına olabildiğince olağan ve yapılabilir karşılamaya çalışıyor her şeyi. Bu noktada kendisi, “Adamlar aşmış abi” dedikten hemen sonra, “Ama bak bizim burada da yapılsa yapılır, bunlar olsa bizimkinden kral memleket mi var?” diye mağruriyet içerisinde ekleme yapan dostlarımıza daha çok benziyor. [caption id="attachment_174746" align="alignright" width="269"] Yirmi Sekiz Mehmet Çelebi[/caption] Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin Avrupa serüveninin belki de en ilginç noktalarından biri ise, Avrupa’nın kendisine bakışı. Zira yaşanan çağda düşünülünce, Osmanlı İmparatorluğu Avrupa tarafından ancak savaşlar ve fetihler vasıtasıyla bilinen, bu doğrultuda da gündelik hayat içerisinde tamamen bir kara kutu olarak algılanan bir devlet. Hâliyle bir Osmanlı görebilmek adına, neredeyse Fransa’nın tamamı için ilk ve tek bir fırsat bu sefirin Paris’e gelişi. Kıyafetlerinden tiplerine, hatta –özellikle Ramazan iftarlarında- yemek sofralarına kadar her şeyleri ilgiyle karşılanıyor Yirmisekiz ve maiyetinin. Yirmisekiz Mehmet Çelebi, soyluların yemek yemesini izlemenin bir halk âdeti olduğunu açıkladıktan sonra bu gibi durumlara yer yer mecburi bir şekilde ruhsat verdiğinden bahsediyor, ancak bu durumdan memnun olmadığı da apaçık ortada. İşin bizim tarafı gibi, Avrupa için de ilk niteliği taşıyan bu karşılaşma yüzyılın devamında artacak olan ve “Turquerie” adıyla bilinen, Avrupa’daki Türk modasının belki de en büyük ilhamlarından biri olarak sayılabilir. Yirmisekiz Mehmet Çelebi Sefaretnamesi her ne kadar günümüzde artık çok meşhur olmasa da, ülkemizin son yıllarda yükselen akımlarından biri olan “Avrupa bambaşka” sohbetlerinin ilk örneklerinden olması yönüyle, aynı zamanda da benzerliklerin yanı sıra bunlardan oldukça farklı oluşuyla oldukça dikkat çekici bir eser. Her ne kadar Yirmisekiz’in memleketine dönüşünü takiben arkadaşlarını, “Üstadum, bir kimesne yolda yürüdüğü vakit, ol babda cümle fayton hizaya girüp ol kişiyi bekler.” şeklinde hatıralar ile sıktığını düşünmek keyifli olsa da, onun yaşadıkları günümüz Türk gezginlerinin hatıralarından oldukça farklı. Yine de Avrupa’ya doğru yönelen ilk göz olması yönüyle ve titiz çalışmasının kazandırdığı eşsiz bilgilerle tarihimiz açısından oldukça mühim bir figür.            

    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.