Antik Çağ'da Mutluluk ve Erdem

Antik Çağ'da Mutluluk ve Erdem
  • 5
    0
    0
    0
  • Bu içerik yazarlarımızdan Emircan Demir tarafından seslendirilmiştir. İyi dinlemeler dileriz. [audio mp3="https://cdn.wannart.com/production/post/2019/12/Antik-Çağda-Mutluluk-ve-Erdem.mp3"][/audio] Antik dönem etik tartışmalarında en zihin kurcalayıcı konulardan biri ‘mutluluk ve erdem’ ilişkisidir. Erdem, mutlu yaşam sürmek için seçilmesi gereken ideal yolu ifade eder, ama bu açık uçlu bir yorumdur. Mutluluksa yaşamdaki başlıca amaçtır. Öte yandan, bir diğer amaca ulaşmak için mutlu olma arayışında değilizdir. Erdemli bir insan olmak bu bağlamda önemlidir. Ancak sağduyunun diğer yaşamsal eylemler ya da durumları da önemli kıldığını düşünebiliriz. Bir diğer ifadeyle, yoksulluk ve başarısızlıklarla dolu bir yaşamda mutluluktan söz edilebilir mi? Antik dönem filozofları arasında sağduyuya en yakın isimlerden Aristoteles bu çelişkinin farkındadır. Ona göre mutlu bir yaşam sürmek için para ve başarı gibi dışsal faktörlere de ihtiyaç duyarız. Öte yandan, dışsal faktörler ne kadar çok olursa olsun, başlı başına kişiyi mutlu edemez; çünkü onlara sahip olmak tamamen kişinin elinde değildir. Aristoteles’e göre, mutluluk bireyin dışındaki koşulların getirdiği ya da geri aldığı faktörlere bağlı olamaz. Filozof, bununla birlikte, sadece erdemli bir yaşam sürerek mutlu olunabileceği düşüncesine de karşıdır. Böyle bir durumda, erdemli kişi, büyük bir sıkıntı yaratan, hak edilmiş talihsizliklerle karşılaştırıldığında bile mutlu olabilmelidir. Modern okur, erdemli ya da ahlaklı bir insan olmanın mutlu bir yaşam sürmek için asla yeterli olamayacağı konusunda Aristoteles’le aynı fikirdedir; bu yüzden, Aristoteles’in yorumunun antik teoriler bağlamında ayrıksı kaldığını gözden kaçırabiliriz. Filozofa göre, mutluluk yolunda karakterimiz, belli ölçüde dikkate alınabilecek maddi varlık, toplumsal statü ve diğer değerlere sahip olmaktan çok daha önemlidir; ancak bunların ne kadar önemli olduğu açıkça belirtilmez, çünkü Aristoteles, söz konusu dışsal faktörleri aynı oranda yitiren bir insanın mutsuz olacağını söylemeye razı değildir. Aristoteles’e göre, mutlu bir yaşam sürmek için gereken şey, başlı başına önemli olmayan maddi varlıkları doğru şekilde kullanmaktır; tıpkı ayakkabı ustasının, elindeki derinin kalitesine göre en iyi ayakkabıyı üretmesi ya da birtakım talihsizlikler yaşayan insanların koşulların izin verdiği ölçüde ellerinden geleni yapmaları gibi. Bu yüzden, Aristoteles, hayatının son döneminde büyük bir keder yaşayan erdemli bir insanın mutluluğu yitirdiği fikrine yanaşmaz. Filozof, diğer yandan, erdemli insanın, başına ne fenalıklar gelirse gelsin, mutlu olduğu şeklindeki karşıt yorumu da saçma bulur. Bu yüzden, Priamos’un Troya’nın düşmesinden sonra mutlu olmadığını savunan sağduyu ile kralın mutluluğu yitirmediğini ileri süren daha teorik yorum arasında kalır. Aristoteles’in tezi pek bütünlüklü sayılmaz ancak ironik biçimde, erdem etiği teorileri geliştiren modern yazarların dikkatini en çok çeken de antik dönem filozofu Aristoteles’ten başkası değildir. Sıradan yorumlara Aristoteles’ten daha mesafeli duran Platon ve Stoacılar, erdemli bir karakterin mutlu bir yaşam sürmek için yeterli olduğu görüşünü savunurlar. Bu kuşkusuz, antik etik teorileri çerçevesinde göründüğü kadar yüce gönüllü ve mantıksız bir iddia değildir; yine de modern okurun böyle bir yorumu gerçekçi bulması zordur. Platon ve Stoacılar, Aristoteles’in, olumsuz dışsal olayların erdemli bir yaşam sürerek ulaşılan mutluluğu gölgelediği yorumunu hatalı bulurlar. Onlara göre, erdem tamamen farklı bir değerdir. Bu noktanın altını çizen Stoacılar, erdemin iyi olan tek şey, sağlık ya da maddi varlık gibi diğer şeylerin ise kayıtsızlık olarak tanımlanabileceğini söylerler. Öte yandan, sağlıklı bir yaşam sürmek gibi içgüdüsel arzular, ‘seçilen kayıtsızlık’tır. Stoacılar, hem erdem hem de dış faktörlerin dikkate alındığı makul yoruma karşı yeni bir terminoloji geliştirerek tepki çekmeyi umursamıyorlardı. Bu açıdan, Stoacı etik, Kant’ın ahlaklı ve ahlaklı olmayan değerlere dair bazı düşüncelerinin öncülü olarak değerlendirilebilir. Bununla birlikte, erdemin yaşamdaki her şeyden önemli olduğunu söylemek biraz yüce gönüllü bir varsayım değil mi? Bu görüş, antik etik düşüncesinde, yaygın olarak, erdemin ahlaki değerleri anlamanın başlıca yolu olduğu teziyle savunulur. Ahlaki değerleri kavramak, mevcut malzemenin ancak yaşam koşullarının izin verdiği ölçüde işlenebildiği bir uzmanlık ya da yetenek olarak görülebilir. Bunu, kısıtlı ya da kötü malzemeyle bile incelikli bir ürünün veya sanat eserinin ortaya çıkabilmesine benzetebiliriz. Bir diğer ifadeyle, kişi zor koşullarda yaşam mücadelesi veriyor olsa da, mutlu bir yaşamdan söz edilebilir. Aristoteles talihsiz bir insanı ve elindeki kötü malzemeyle en iyisini yapmaya çalışan ayakkabı ustasını karşılaştırarak bu düşünceye bir nebze yaklaşır. Aristoteles, ortaya çıkan ürünün kalitesi ne olursa olsun, ustalığın, iyi senaryoda olduğu kadar kötü koşullarda da eşit olduğu ölçüde etkileyici olabileceği fikrinden çok etkilenmişti. Erdemi bir beceri, dışsal faktörleri de onun yararlandığı materyaller olarak gören düşünce, yaşamımızın ahlaki niteliği nasıl bir yaşam sürdüğüne, yaptığınız seçimlere ve bunların karakteriniz üzerindeki etkilerine bağlıdır. Çarpıcı biçimde eşitlikçi bir yaklaşım sunan bu düşünce, mutluluğa sadece maddi varlık, fiziksel çekicilik ve toplumsal statüyle doğuştan şanslı olanların değil, hayata gözünü talihsizlikle açanların da ulaşabileceğini savunan Stoacı felsefeye uygundur. Roma İmparatorlu döneminde yazılmış başlıca iki Stoacı metnin, İmparator Marcus Auelius ve azat edilmiş bir köle olan Epiktetos tarafından kaleme alınması dikkat çekicidir. Stoacılık, yaşama eşlik edecek bir felsefe olarak, her ikisine de eşit mesafededir. Öte yandan, dışsal faktörler mutluluğa doğrudan katkıda bulunmuyorsa, bunlara neden kafa yoruyoruz? Stoacılar’ın bu soruya verdiği yanıtı kısaca anlatmak biraz zordur. En kestirme yolla, Stoacı düşünce, ahlaki kararlarımızın şekillenmesinde içinde bulunduğumuz koşulların etkisinin altını çizer. Erdemli bir yaşamın ne ifade ettiği hakkında düşünmeye başlamadan önce tamamen boş bir levha değilizdir; içgüdüsel olarak yeme içme ve barınma gibi gereksinimler duyarız ve toplumsal bir konuma sahibiz. Ait olduğumuz bir aile, ulus, meslek ve başka şeylerimiz var. İnsan doğasını reddederek, erdem sahibi olmak adına bu gerçeklerden fedakârlık etmek ya da onları dikkate almamak saçma olurdu. Biz, aksine, erdemin gerektirdiği davranış biçimlerinin daima baskın geleceğini akılda tutarak, söz konusu gerçeklerle ahlaki bir ilişki kurmalıyız. Burada, yine Kant’ın ahlaki düşüncesine benzer bir fikirle karşılaşıyoruz diyebiliriz. Antik ve Modern Dünyada Erdem Kavramı Çağdaş ahlak felsefesinde, yakın zamanda ‘erdem etiği’ ve beraberinde antik etik teorilerine olan ilgi artmış durumda. Öte yandan, erdemi ahlaken doğru olanı yapmaya alışkanlık haline getirmek olarak tanımlayan antik dönem yorumlarında da ait olduğumuz toplumdaki erdemli insan davranışlarından yola çıkılır. Yani erdemli davranış biçimleri kültürler ve gelenekler bağlamında tanımlanır; bu son derece açık noktayı dikkate almak, Mutçu etiğin özünde muhafazakâr olduğu iddiasını beraberinde getirir. Aristoteles de kendi toplumunda benimsenen erdemleri tasvir eder; ancak, bunlar, ayrıcalıklı elitler, yani özgür ve yetişkin Yunan erkeklerinin erdemleridir. Söz konusu erdemlerin ahlaki karşılığı, ayrıcalıklı sınıf ötesinde ya da potansiyel toplumsal gelişmeler karşısında muğlak kalır. Ancak, bu eleştiri önemli bir noktayı göz ardı ediyor. Elbette, kendi toplumuzda erdemli saydığımız insanlara özenerek işe başlıyoruz. Bu yüzden, doğal olarak, erdemler kültürden kültüre değişebilir. Ancak, bu, tamamen etik düşüncenin başlamasından bir önceki aşamadır. Antik etik düşüncesi, birey kendi yaşamını -bir bütün olarak- derinlemesine sorguladığında ve Herakles gibi, farklı seçenekler arasında seçim yapmayı gerekli kılan kararlar aldığı noktada başlar. Antik etik teorilerinde kişi kendi yaşamından sorumludur. Pratik akıl yürütme yetisiyle birlikte özdenetim de gelişir ve o kişi yaşamının niteliği konusunda her zamankinden daha duyarlı hale gelir. Elbette, bugünkü sonuçlar Antik Yunan’dakilerden farklı olacaktır. Zaten aksini nasıl iddia edebiliriz? İki dönemin sunduğu seçenekler çok farklı. Öte yandan, değişmeyen temel şey, kişinin, kendini hayatın akışına bırakmaktan ya da yaşamı üzerindeki toplumsal baskıyı doğal karşılamaktan vazgeçmesi ve yaşamını etik açıdan sorgulamaya başlamasıyla ortaya çıkan farklılıktır. Antik etik düşüncesi, diğer unsurların yanı sıra, başka geleneklerde pek bir arada bulunmayan iki meseleyi birlikte ele almasından dolayı ilgi çekicidir. Birincisi, ahlaki gereklilikleri göz önünde bulundurmak, yani ahlaken doğru olan davranışların yaşamınıza büyük bir farklılık katacağını baştan kabul etmektedir. İkincisi ise, hepimizin sahip olduğu kaygıların kökleşmiş olması ve aile, iş, sorumluluklar, arkadaşlar ya da gündelik uğraşılara etik açıdan anlam kazandırmanın zorluğudur. Erdemin mutlu bir yaşam sürdürmek için yeterli olduğunu düşünen kişi, düşünsel düzeyde büyük bir ilerleme kat ederek, baştaki kaygılarıyla arasına büyük bir mesafe koymuş, ama onları asla tamamen terk edememiştir. Kaynakça: Annas, Julia (2000). Antik Felsefe. Dost, Ankara, Türkiye Botton, Alain (2000). Felsefenin Tesellisi. Sel, İstanbul, Türkiye

    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.